17 Şubat 2016 Çarşamba

Bir dönüşüm değil, gerçek kimliğine kavuşma hikayesi: The Danish Girl

Tom Hooperın 4. uzun metraj filmi Danimarkalı Kız, yılın en çok merak edilen Oscar adaylarından...  Kendi adını taşıyan The Danish Girl romanından uyarlanan film, tarihte ilk cinsiyet değişimi operasyonu geçiren ressam Einar Wegenerın Lili Elbeye dönüşümünü anlatıyor. Gerçek olayların tümüyle yansıtılmadığı uyarlama film, biyografi türünden öte kurmaca bir dram olarak karşımıza çıkıyor.

Film, temelinde iki ayrı konuya odaklanıyor; birincisi dinamikleri değişen karı-koca ilişkisi, ikincisi cinsel kimlik ve cinsiyet değişimi. Danimarkada ünlü bir ressam olan Einar Wegenerın, kendisi gibi ressam olan eşi Gerda ile uyumlu bir ilişkisi vardır. Sosyal çevreleri da sanat camiasından önemli insanlarla doludur. Ancak, çizimlerinde çıkmaza düşen Gerdanın bir gün kadın kıyafetleri giydirerek onu resmetmek istemesiyle Einar, içinde bulunan boşluğun farkına varır.

Sen Lili'nin dirilmesine yardım ettin ama o hep oradaydı˝
Filmde dönüşüm ani bir biçimde olmamıştır. Hikayeye yedirilen ve aslında verilmek istenen, içinde yaşadığı toplum ve marjinal düşüncenin baskısından ötürü Einar,  hiçbir zaman asıl kimliğinde davranamadığıdır. Gerdaya söylediği Sen Lili'nin dirilmesine yardım ettin ama o hep oradaydı˝ sözleriyle bunun bir dönüşüm değil, gerçek kimliğine kavuşma hikayesi olduğunu anlarız.

Film, 1930la Avrupa’sındaki cinsiyetçi muhafazakar tutumunu da gözler önüne serer. Einerın gittiği tüm doktorlar, ya Einerı tedavi etmeye çalışır, ya da ona şizofreni teşhisi ile akıl hastanesine yatırmaya çalışır. Böyle sert bir ortamda Einer, Liliyi ortaya çıkarmak için zorlukla mücadele eder. Bu mücadele Gerdayla hem özel, hem de profesyonel hayatlarını geri dönülmez bir şekilde değiştirir. Gerda düştükleri durumda kocasını kaybetmenin üzüntüsünü yaşarken bir taraftan da mutsuz bir insana yardım etmek istemektedir. Einerı bu yoldan geri döndürmenin imkansız olduğunu çok geçmeden anlar.  O fiziksel olarak erkek kalsa bile Rüya gördüğümde Lili'nin rüyaları oluyor diyecek kadar mental olarak kendini değiştirmiştir.

Değişen Roller
Gerda, onun hayattaki en yakın dostu ve mücadelesindeki en büyük destekçisi olarak kalacaktır. Fiziksel olarak cinsiyet değişiminin yanı sıra Einer ve Gerda, bu süreçte kadın-erkek rollerini değimişlerdir. Einer giderek -kadına atfedilen- duygusal zayıflığa, kırılganlığa, yardıma ihtiyaç duyan Lili karakterine evrilirken Gerda da sanat alanında daha başarılı, daha etkin, Einere destek olan daha güçlü bir insana dönüşür.

Bu arada filmin oyunculuktaki başarısını gözardı etmeyelim. Einer Wegeneri canlandıran Oscar ödüllü Eddie Redmayne, Lili karakterinde vücut bulurken rollünün hakkını sonuna veriyor. Einerin zarif, centilmen inceliğinden Lilinin utangaç gülümseyişine, flörtöz-sevimli göz kırpışlarına kadar tüm jest ve mimiklerinde karakteri yaşatıyor.

Ana karakterlerin oyunculuğu ve sahne tasarımıyla başarısını kotaran film her ne kadar gerçek olayları tam olarak yansıtmasa da olay örgüsü ve yükselen dinamiğiyle hafızalara kazınıyor.

Einer Wegener'la ilgili daha fazla bilgi: http://hafif.org/yazi/tarihin-ilk-transeksueli-lili-elbe/

27 Eylül 2014 Cumartesi

Bir Salvador Dali Okuması: Cannibalism in Autumn


Salvador Dali, Cannibalism in Autumn (Sonbaharda Yamyamlık) resmini 1936-37 yılları arasında yapmıştır. Sürrealizm akımının en önemli temsilcisi olan Dali, bu resminde dışavurumculuğu kullandığını söyleyebiliriz. 

Barthes’ın göstergebilimsel çalışmalarını baz alarak metinimizi incelemeye başlarsak, resimde gösterenler şunlardır; sarı rengin hakim olduğu bir ortamda, çekmeceli bir masanın üzerinde siyahi bir erkekle, beyaz bir kadın bulunmaktadır. İnsanların belden üst kısımdaki bölümleri görülmektedir. Çekmeceler açık konumdadır ve içlerinde çatal, bıçak gibi sofra gereçleri çıkmıştır. Kadın ve adamın vücut şekilleri normal olmayan şekilde yamuktur. Kadının kafası adamın sanki ağzının içine giriyormuş gibi bir izlenim uyandırmaktadır. Adam bir eliyle kadının göğsünü sıkmakta, diğer eliyle kadının göğsünden kaşıkla bir parça almaktadır. Kadın ise bir yandan elindeki çatalı kendi kafasına batırmakta, bir taraftan da adamın boynundan doladığı eliyle, göğsünü bıçakla kesmektedir. Masanın üstünde ve adamın kafasında soyulmuş elmalar vardır. Adamla kadının kafalarının birleştiği yerde, sabit kalmalarını sağlayan bir destek bulunmaktadır.

Resimde gösterilen,  ilişkilerinde dış dünyaya kapalı olup, sürekli birbirleriyle ilgilenen sevgililer, bir süre sonra birbirlerini ve ilişkilerini tüketmeye başlarlar. Fazla bağımlılıktan ve kuvvetli duygu yoğunluğundan ilişki kısır bir döngü içine girer. Sevgililer ne birbirleriyle, ne de ayrı olarak yaşamaları mümkün değildir. Aşk, insan hayatının baharı olarak bilinir, fakat burada zaman sonbahardır, yani ilişkinin son evresine gelinmiştir ve hastalıklı bir durum ortaya çıkmıştır. Bu yüzden ressam, sarı renge ağırlık vermiştir. Ayrıca mitolojide elma, günaha girmeyi, yasak bir eylemi temsil etmektedir (çünkü Havva, Adem’e ağaçtaki elmayı yemek için baskı yapmış, bunun sonucunda Tanrı tarafından cezalandırılarak cennetten kovulmuşlardır). Resimdeki elmalar soyulmuş vaziyettedir ki sevgililer günah işleme durumunu çoktan geçmişlerdir.

Resimdeki çiftin duruşundaki karmaşıklığa rağmen, zarar gören taraf yalnızca kadındır. Ataerkil bir açıdan bakarsak, elma metaforunda olduğu gibi, onları bu kötü duruma sürükleyen bir kadın aklıdır. Bu yüzden çatal kadının beynine saplanmıştır. Ayrıca cinsellik bir suç olduğundan kadının erotik bir bölgesi olan göğüsleri gerçek dışı bir şekilde uzamıştır. Adam, nazik bir hareketle bir yandan göğsü tutup diğer yandan aynı naziklikte göğüsten bir kaşık almakta, kadın ise kendi göğsünü kaba bir el hareketi ile kesmektedir. Burada yine kadın cinselliği ön planda tutulmuştur. Erkeğin siyah, kadının beyaz olması, ilişkilerde her zaman kişilerin “siyah ve beyaz” gibi birbirlerinin tam zıttı karakterlerde olmalarını ifade etmektedir. Ayrıca zarar gören tarafın beyaz olması, günümüze kadar siyahilere hep ikinci sınıf insan muamelesi yapılmasının ve bugün onların bu durumu tersine çevirdiğinin bir göstergesidir. Ve cezalandırmanın sembolik bir anlatımıdır.

Ev, toplum yapısının korunmasını sağlayan en küçük unsurlardan biridir. Resimde çok uzaklarda beyaz bir ev görülmektedir. Bu durum, artık aile ve toplum kavramından çok uzaklaşıldığını, sorunun çok ciddi bir boyutta olduğunu belirtir. Salvador Dali resimlerinde sürekli olarak çekmeceleri ve destek çubuklarını kullanır. Sigmund Freud’dan etkilenen ressam, düşleri ve rüyaları genellikle konu eder. Resmin bir rüya ortamı olduğunu düşünürsek, birbiri içine geçmiş, uzamış görüntüler çok olasıdır. Dali, bu imgeleri bir destekle tutturmaktadır. Ayrıca bilinç altına itilen şeyler, rüyalarda tekrar karşımıza çıkabilmektedir. Bu tıpkı kimsenin görmesini istemediğimiz şeyleri evimizde bulunan çekmecelerin en alt tarafına saklamamız gibidir. Bu çekmeceler hayatımızın bir bölümünde, biz istemesek bile açılırlar ve gizlediğimiz şeyleri (zayıf noktalarımız gibi) ortaya çıkarırlar.

Eseri yapıldığı dönem içinde incelersek farklı bir bakış açısı elde ederiz. Salvador Dali, sürrealizmi kullandığı bu resminde aynı zamanda bir dışavurum da sağlamıştır, çünkü Dali’nin bu resmi yaptığı yıllarda İspanya, büyük bir iç savaşın içindeydi. Dali, dışavurumunu yine sürrealist öğelerle gerçekleştirmiştir. Almanya’da doğan Dışavurumculuk akımının özellikleri şunlardı;
  • Radikal bir yaklaşımla, taraf tutan, itham eden, söylemek istediklerini haykıran bir anlatımı vardı. 
  • Desenler, kendiliğinden ortaya çıkan tepkilerden oluşuyordu.
  • Düşünceler ve mesaj öne çıkmıştı. 
  • Sanayi çağının yarattığı sefalet, savaşlar konulara yansıtıldı.
  • Resimlerinde ortak düşünceye dayanan bireysellik vardı.

İspanya İç Savaşı, milliyetçiler ile cumhuriyetçiler arasıda gerçekleşmiş bir iç savaştır. Üç yıl süren ve İspanya'da çok fazla yıkıma yol açan savaş, 1 Nisan 1939'da milliyetçilerin zaferi ile sonlanmıştır. Milliyetçiler, yarım milyon ölü-yaralı, bir milyondan fazla sürgün ve sınırsız tahribata sebep olarak ülkeye hakim olmuşlardır. Almanlar deneyim açısından en kazançlı çıkan ülke olmuştur. İspanya İç Savaşı Hitler'in durumunu güçlendirmiş, Fransa üçüncü bir Faşist komşuya sahip olmuştur.

Herkes kadar savaştan etkilenen Salvador Dali, resimde dışavurumcu imgelerin yanı sıra kendi tarzı olan sürrealizmi de katmıştır. Sürrealizmde önemli olan aklın denetiminden kurtulmak, bilinç altını yansıtmak ve alışılmışa karşı ayaklanma anlayışını sürdürmekti. Savaş zamanında ortaya çıkmış bu eseri, bulunduğu durum içerisinde değerlendirecek olursak; savaşın barut kokan atmosferinin ve boğuculuğunun resme yansıdığını ve ona uygun kahve rengi tonlarının kullanıldığını görüyoruz. Aynı zamanda resmin isminde de belirtildiği gibi (Sonbaharda Yamyamlık), renkler sonbahar havasını vermektedir. Savaşta tarafların adeta birbirlerini yemesi, resimde metafor olarak anlatımdan çıkmış, gerçeğe dönüşmüştür ve ayrıca birbirlerini yerlerken çatal bıçak da kullanmaları bir ironi olarak vurgulanmaktadır.

Resmi daha detaylı incelemek için buraya bakabilirsiniz.

1 Ağustos 2014 Cuma

Bayram Şekeri Selfiesi

Bu yıl bayramın yaza denk gelmesinden midir, akıllı telefon ve sosyal medya kullanımının artmasından mıdır, sıcak havanın etkisimden midir bilinmez, böyle bir manyaklaştık sanki.

Önceleri facebookta sadece Can Yücel sözleri paylaşıp, Derya Baykal sayfasını takip eden günlük yaşam sıradanı insanlar bile 'en farklı benim', 'nasıl da geziyoruz, iyi geziyoruz ama' temalı fotoğraflar paylaşır oldu. Sanki bu bir yarış, sanki bir var olma savaşı. Yaptığı tatlıyı 'elime sağlıııık' , bildiğimiz sıradan kahvaltıyı 'ailecek bayram kahvaltısı' selfileriyle taçlandıranlar var. Ulan aynı kahvaltı, aynı sohbetler işte, neyini beğendirmeye çalışıyorsun?

El öpmeye gelen ağzına vurulası şımarık yeğen, bayramdan bayrama lacileri çeken enişte, kendisinin çok komik olduğunu düşünen göbekli amcalar hepimizin familyasında mevcuttur haliyle. Ama bunlar türlü fotoğraf efektleriyle öyle bir hale geliyor ki, sanırsınız herkesin ailesi burjuva, herkeste bir hava. Sıcak şehirlerde yaşayanlar ise ayrı bir felaket. Ben üstsüz göbek atan dayılar gördüm. Fotoğrafı çekerken çok eğleniyor olabilirsiniz de dışardan görünen kötü bir ışık altında çekilmiş flu görüntüler. Böyle bir saçmalamanın sadece bizde olduğunu düşünüyorum.

Yine herkesin kendi fikri beni bağlamaz ama bunca yıldır geleneklerle yapılan vasat durumları çok abartmayın bence. Nerde o eski bayramlar moduna girmeden gidiyorum tamam. İyi bayramlar :))

6 Mayıs 2014 Salı

Onur Ünlü Tarzıyla Bir Sistem Eleştirisi: İtirazım Var


    "Onur Ünlü bu sefer yine ne yaptı acaba?" sorusuyla gittim 'Ítirazım Var' ı görmeye. Leyla ile Mecnun ile yeni nesil bir anlatım dili geliştirip diziyle sevilen Ünlü, ilk uzun metrajlı filmi 'Polis' ile sinemasever ve eleştirmenlerden tam not almıştı. 'Sen Aydınlatırsın Geceyi' ile izleyiciyi deneysel bir anlatım yapısıyla farklı bir hayal alemine sokan yönetmen, son filmi Ítirazım Var ile alıştığımız komedi dilini tekrar kullanıyor.

     Ana karakterimiz Selman Bulut (Serkan Keskin)... Siyaset Bilimi okumuş, Antropoloji alanında yüksek lisans yapmış, insanı en az Hegel kadar tanıdığını düşünen, geçmişte askeriyede çalışmış, boks yapmış, bağlama çalmayı öğrenmek için bir süre Sivas'ta yaşamış, satranç oynamayı seven, ezan vakitlerini dijital saatiyle takip eden yeni dönem bir cami imamı...

     Filmin konusu, camide namaz esnasında öldürülen bir adamın katilinin bulunmasını kendine görev etmiş bir imamın hikayesinin, polisiye komedi türünde anlatılmasıdır. Hikaye yapısal olarak sürekli merak düğümlerini atarak ilerler. Filmin sonuna kadar olaylar zinciri bağlantılı olarak artar. Doruk nokta ve çözüm, filmin finaline çok yakındır. Olayların, bu denli karışık ilerlemesi ve karakter bolluğunu, biraz zorlama olarak gördüğümü itiraf etmeliyim. Zaten filmde ilgi çekici bulduğum, olayın anlatımı ve çözüme kavuşma süreci değil, filmin anlatı yapısında bir imam karakterinin betimlenişi oldu. Bıçak sırtı bir konusu olduğu ve sinemada gösterimi için +18 ibaresi yemesi (bir hafta sonra +15’e düşürülmüştür), açılış sekansından bellidir. Bangır bangır çalan İtirazım Var şarkısı fonunda namaz kılan insanlar görüntüsüyle başlar hikaye.



    İmamlar, cemaatin önünde bulundukları için arkada kalanlara öncülük ederler namaz kılarken. İbadet halinde arkada olan biteni görmezler. Selman Bulut da iki el atılan silah sesini duyduğu zaman arkasına dönüp uzun uzun bakar. Bu durum belki de hayatında ilk kez kendi dünyasından dışarı çıkıp kitaplarından başını kaldırıp gerçeklere tanık oluşunun göstergesidir. Karşılaştığı gerçek dünya hiç beklemediği türde, din kitaplarında yazmayan, ahlaktan yoksun, batmış bir dünyadır. Dolandırıcılık ve sahtecilik yapan bankacı, müvekkilinin parasına göz diken avukat, eşini döven polis ve tüm bunlara göz yuman bir devlet ve onun arkasında saf tutmuş bir toplum. Bu gerçekle karşılaşan Selman Bulut'un burnu artık beladan çıkmayacaktır. Bunu da filmin sonuna kadar burnunun kırılıp tampon ve yara bandıyla dolaşmasıyla görürüz. Artık gözleri bağlı, kulakları tıkalı, gerçek yaşamdan uzak değildir karakterimiz. Bugüne kadar Türk Sineması'nda çizilen, doğrudan sapmayan, topluma örnek ve günahsız din adamı, Onur Ünlü filminde gerçek bir insana dönüştürülmüştür.

    Anlatı ilerledikçe, daha çok tanımak istediğimiz Selman Bulut, filmin sonuna kadar kendindeki merak öğesini korur. Olayı araştıran polis memuru Cihan (Osman Sonat)’ın filmin sonuna kadar tekrarladığı gibi “Hocam, kimsin sen?” diye sormadan edemiyoruz. Kendi tabiriyle ‘Allah’ın günahkar bir kulu’dur Selman. Hayat bilgisi sadece kitaplardan okuduklarıyla sınırlı değildir elbet. Kendi doğrularıyla hareket etmekten çekinmez. Üniversitede okuyan kızının bir erkekle ‘kızlı erkekli’ bir evde imam nikahı kisvesi altında yaşamasına ‘Sokayım imam nikahına’ diyerek büyük tepki gösterir. Birşeyleri kılıfına uydurarak yapmak da doğru davranış değildir çünkü.

    Sağlam bir hükümet eleştirisi içeriyor İtirazım Var. İmamımızın az önce sözünü ettiğim ‘kılıfına uydurarak yapma’ konusunda verdiği vaaz/tirad, filmin en müthiş sahnesidir.
    
    “İhtiyaçtan fazla mal haramdır, hırsızlıktır… Altın ve gümüş, yoksullar üzerinde hegemonya kurmak için kullanılıyor… İnfak edilmiyor… Mülkte şirk koşuluyor… Kırkta bir diye bir şey tutturulmuş gidiyor… Komşusu açken tok yatmamak için zengin mahallelerine taşınanlar var… Peki sokaktaki açtan, yoksuldan haberiniz var mı? Bu dinin klasik fıkıh anlayışı, yeryüzünün sokaklarında aç gezen 1 milyar insan için ne diyor?
    O fıkıh, Ömer’i vuranların, Ebuzer’i çöle gömenlerin, Ali’yi hançerleyenlerin, Hüseyin’i susuz bırakanların, Medine’yi yağmalayarak 900 sahabe kadınına tecavüz edenlerin ve kabe’yi mancınıkla ateşe verenlerin fıkhıdır.
     O fıkıhtan bir şey çıkmaz. O, zenginlerin, kodamanların, cariye ve köle sahibi olma peşine düşmüşlerin fıkhıdır. Sultanların, harem ağalarının, zindandan İmam-ı Azam’ın kırbaçtan morarmış cesedini çıkaranların, kırkta bircilerin fıkhıdır… Ebuzer Ğıfari’nin dediği gibi ‘Geceyi aç geçirip de kılıcına davranmayanın aklından şüphe ederim...’

     2013 yazında Taksim Gezi Parkı olayları ile başlayıp büyüyen olaylarda, biber gazından etkilenip Beşiktaş'taki Bezm-i Alem Valide Sultan Camii'ne sığınan göstericiler için Başbakan Tayyip Erdoğan: “Camiye ayakkabılarıyla girdiler, orada içki içtiler.” açıklaması yapıp kamuoyunda eylemcileri karalama politikasına gitmişti. O caminin muezzini ise “İçki içildiğini görmedim. Yalan mı söyleyeyim?” diyerek bu açıklamayı yalanlamıştı. Sadece doğruları söyleyen bu din adamı basında sürekli yer almaktan ve hedef gösterilmekten dert yanarak görev yerinin değiştirilmesini istemişti. İtirazım Var’daki Selman Bulut, Bezm-i Alem Valide Sultan Camii'ndeki bu müezzinin başka bir versiyonudur. Sürekli sorguya çekilip hedef gösterilmekten dert yanar. Hatta polisin aksine cinayeti bile kendi çabasıyla çözer.

     Faizin sürekli olarak günah olduğu vurgulanan filmde, kapitalist sistem de eleştirilen unsurlar arasındadır. Bu çarkın içinde kendini soyutlamış karakterimiz, günümüz bankaların işgüzarlığı ile kolayca kredi kartı sahibi olur, hatta borçlanır. Kredi çekme konusunda söyledikleri ise (“Hükümmette tanıdığım olsaydı krediye ihtiyacım olmazdı”) yine lafını sözünü esirgemeyen imam karakterinin altını bolca çizer.


     Eleştiriler ve göndermeler filmin arka planında o kadar ustaca kullanılmıştır ki ‘kör göze parmak sokmak’ şeklinde izleyiciği rahatsız etmez. Polisiyenin komedisi biraz Amerikan Hollywood sineması klişeleriyle kafa bulur türdedir. Sherlock Holmes ve Dr. Watson'ın birlikte iz sürüp olayın esrar perdesini aralamalarını, müstakbel damadıyla kendilerine yakıştırırlar. Aynı zamanda 'Bayılırım belaya' diyebilecek kadar içinde bulunduğu durumu özetler. Ünlü ajan James Bond kadar önemser kendini (-Ben Cihan Demir cinayet masasından. - Ben de Selman Bulut, camiden!). Sert bir filmi nasıl naifleştirip bir durum komedisi haline getirebileceğini iyi biliyor Onur Ünlü.

     Filmin başından sonuna değişen bir kahraman görülmemektedir. Selman Bulut, kızı kaçırılıp çaresiz kaldığında camide küfredebilecek, şüpheli bulduğu adamın peşinden meyhaneye girip onunla rakı içebilecek kadar insandır. Günahkar olduğunu her fırsatta dile getirir. Cinayeti çözmesi de ona bir şey kazandırmaz. Suçluyu adalete(!) teslim etmez. Çünkü son hamle de "MAT" olan Selman'dan başkası değildir. Gerçekte suçlu veya masum kimdir ki zaten? Bu film bize son dönem Bağımsız Türk Sinemasının yinelediği gibi gerçekte karakterlerin salt siyah veya beyaz olmadığını da gösterir. Şimdi...Gözlerini kapat, kalbini aç, aklını da bırak gitsin.



Ezgi Özöney
Mayıs 2014


25 Nisan 2014 Cuma

Léon: The Professional


Luc Besson’un yönettiği Jean Reno, Gary Oldman ve Natalie Portman’ın başrollerini paylaştığı Leon filminden saf bir tür olarak bahsedemeyiz. Aksiyon ve ağırlıklı olarak dram türünde olan film, komedi ve suç unsurlarını da içinde barındırıyor.

Film, 90’lı yıllarla beraber artan şiddetin, toplumsal bir olgu haline gelmesini ve saflığın, temizliğin ancak dönemine göre olduğunun bir yansımasıdır. Parçalanmış bir aile yapısının içerisinde yaşından fazlaca büyük bir tavır sergileyen, sigara içen Matilda, toplumdaki kirliliğe “temizlik” yaparak karşı gelen, bir çocuk masumluğunda, tedirginliğinde olan, süt içen Leon’a karşı bir zıtlık oluşturur. Toplum düzenini sağlamak için görev yapan polisin bile yasa dışı işlerle uğraşması bozulmuş toplum yapısının bir göstergesidir. Bu da filmde güvenilmezlik duygusunu yaratmıştır.

Devrin içi boş ama zengin görselliği ile vazgeçilmez olan aksiyon filmlerine karşı Leon’da, hikaye, hareketin önüne geçmiştir, hatta aksiyon filmin sonuna bırakılmıştır. Film, dramatik yapısına sadık kalmış, aşk, intikam, sevgi, öfke gibi durumlarla bunu kodlamıştır.


Yönetmen kurgusunu seyrettiğimizde daha iyi algılayabildiğimiz küçük Matilda’nın kullanılan cinselliği, filme hafif bir erotizm havası katmıştır. Duygularını Leon’a göre daha iyi ve açıkça ifade eden Matilda, baskın kadın karakterdir. Onun baskınlığı altında ezilen –ezilmek isteyen- Leon’un Matilda karşısındaki davranışları cahilce ve komiktir.


Leon ve Matilda birer anti-kahramandır fakat içi boş kişilikler olmadıkları için seyirci tarafından benimsenmiştir. Yerleşik bir aile düzenini göremediğimiz filmde bunun eksikliğini çok iyi hissedebiliyoruz. Leon’un bir yer bağlı olmadığından kendini saksıdaki bitkiyle özdeşleştirmesi, geceleri yatakta uyumayışı, Matilda’yla sürekli otel değiştirmesi günün insanını temsil etmektedir. Bu devirde insanlar ailelerinden daha fazla ayrılmaya başlamış, yerleşik bir hayattan uzaklaşmış, insan ilişkileri gitgide kopmaya başlamıştır.
Gary Oldman, müthiş oyunculuğuyla
kendine hayran bırakıyor.

Filmin son bölümünde iyice hissettiğimiz aşk duygusu, ayrılık ve ölüm duygularıyla daha ortaya çıkmış, zıtlıkların gücünü hissetmemizi sağlamıştır.

21 Nisan 2014 Pazartesi

Bir Costa Gavras Filmi: Missing

     Bir Thoman Hauser romanı uyarlaması olan Missing, Amerikalı gazeteci ve film yapımcısı Charles Horman’ın Şili’deki askeri darbe sırasında öldürülmesini konu ediyor. Film, 1970'li yıllarda bir Güney Amerika ülkesinde geçiyor. Fazla tarih bilgimiz yoksa, söz konusu ülkenin neresi olduğunu uzunca bir süre anlayamıyoruz. Genç Amerikalılar Charles ve Beth Horman, dünyayı gazetelerden öğrenmek istemeyen, seyahat etmekten hoşlanan bir çifttir. Bu Güney Amerika ülkesinde yerleşirler ve orada mutlu bir hayat sürmeye başlarlar. Ancak ülkede kanlı bir darbe olur ve Charlie Horman ani bir şekilde ortadan kaybolur. Bunun üzerine karısı Beth, eşinin izini sürmeye başlar. Olayı araştırmaya çalıştığında ise ABD Büyükelçiliği de dahil olmak üzere her yerden geri çevrilir. Beth, kocasının ordu tarafından alıkonulduğuna inanmaktadır.
   
    Olayı duyunca Amerika’dan Ed, yani Charlie’nin babası da ülkeye gelir. Ed, Amerikan yaşam tarzını ziyadesiyle benimsemiş, biraz fazla milliyetçi ve vatansever bir kişiliktir. Oğlunun bir siyasi komploya kurban gittiğine bir türlü ihtimal verememektedir.
   
    Beth ve Ed, her kapıyı çalarlar, her hastaneye giderler, her tanıdığı ziyaret ederler ancak sürekli olarak başlangıç noktalarına dönerler. Charlie’nin öldüğü fikri gitgide güçlenir ve bir gün bunun gerçek olduğunu öğrenirler. Charles Horman, stadyumda kurşuna dizilerek öldürülmüştür.
   
     Bu olayın altında ise, Charlie’nin fazla meraklı kişiliği yatmaktadır. Charlie, ortadan kaybolmadan birkaç gün önce arkadaşı Terry ile kısa bir tatile çıkar. Orada şans eseri Amerikalı emekli bir askerle karşılaşır, hatta tüm otel onlarla doludur. Araştırmacı kişiliği ile bir yandan olayın gizemini çözer, bir yandan da şüpheleri üzerine çeker. Gördüğü her şeyi de not almaya karar verir. Sonunda, Amerikalıların onun çok şey bildiğini düşünmelerine sebep olan şeyi açığa çıkarır: ABD, bu darbeyi desteklemektedir. Hatta, oradan sonra bir başka Latin Amerika ülkesine karışacaklardır. Charlie, tüm bu bilgilerle evine döner ve sonra da ortadan kaybolur.
   
    Charlie’nin ölümünden sonra, önceden araları pek de iyi olmayan Ed ile Beth yakınlaşır, birbirlerinde Charlie’yi görmektedirler. Ancak sürekli çıkan sorunlardan ötürü rahatlayamazlar. Öyle ki, Charlie’nin tabutunun Amerika’ya gelmesi bile yaklaşık 8 ay sürer, ve biz o anda tüm filmin nerede geçtiğini anlarız. Tabutun üzerinde “Charlie Horman from Santiago” yazmaktadır...

    İşte bu sır perdesini araladığı için öldürülen Charlie Horman’ın gerçek hikayesi üzerine kurulu bir film. Costa Gavras filmde siyasal polemiklerden uzak durmayı tercih ederek dramatik belgesel türünde bir yaklaşım sergilemiş.

    Politik sinemanın önemli ismi Costas Gavras’ın bu ilgi çekici filmi, Şerif Gören’in Yol’uyla 1982 Cannes'indeki Altın Palmiye’yi paylaşmıştı. Gavras’ın önemli filmleri arasında Amen de bulunuyor.
  
    Gavras, filmde sembolik anlatımlara oldukça yer vermiş. Örneğin filmin ilk sahnelerinden birinde kitapları toplamış, yakmaya götüren askerler görülüyor. Bence burada araştırma isteğinin nasıl kısıtlanmak istendiğinin altı çizilmiş. Bir başka sahnede ise Beth, beyaz bir atı kovalayıp öldürmeye çalışan bir grup asker görüyor. Bence burada beyaz at özgürlüğü simgeliyor ve mevcut otoritenin özgürlüğü nasıl yok etmek istediğini belirtiyor.

   
    Filmde vurgulanan bir başka konu ise insanların ideolojisi. Ed’in büyükelçilikte geçen bir diyalogunda Ed’e soruyorlar: “Oğlunuzun ideolojisi neydi? Liberal mi, radikal mi?” Ed ise tek bir şey düşünüyor. Oğlunu bulmayı.
   
    Dikkatimi çeken bir başka nokta ise sokakta geçen bir sahne. Askerler bir kadının pantolonunu yırtıyor ve şöyle diyor: “Bundan sonra kadınlar pantolon giymeyecek” Bence bu, kadınları dışlama ve siyasetten uzaklaştırma politikasıydı.
  
    Oldukça garipsediğim bir diğer ayrıntı ise, bir doktorun belindeki silahtı. Bunu da devletin her yönündeki otorite eksikliği ve kaos ortamına bağladım.

    Kısacası film genel hatlarıyla iyi bir film. Yönetmen Costa Gavras, izleyiciyi fazla yormuyor, anlatmak istediğini direk olarak sunuyor. Filmin en büyük artılarından biri ise iyi bir senaryoya sahip olması.  

18 Nisan 2014 Cuma

“SUPERSIZE ME” Belgeseli Üzerinden Sosyolojik Çözümleme

Supersize Me, Morgan Spurlock’un hazırlayıp, sunduğu ve “oynadığı” 2004 Amerika yapımı bir belgesel filmdir. Belgesel türündeki film, Amerikan beslenme kültürüne, şişmanlığın kaynağına ve yaşam tarzlarına cesur bir bakış sergiliyor. Film, 2004 Sundance Film Festivali’nden En İyi Yönetmen Ödülünü aldı. Ayrıca Kuzey Amerika’da, tüm zamanların en çok hasılat elde eden 3. belgesel filmi oldu. Film Sundance'de yayınlandıktan sonra McDonalds "super size" menüleri kaldıracağını duyurmuş.

Filmde, Amerikalıların en büyük sorunu olan obezite konusunu incelemek isteyen Morgan Spurlock, kendisini denek olarak kullanarak ülkeyi dolaşıp "fast food" yemeye başlıyor. Fast food şirketi olarak kendisine Mc Donald’s ı seçiyor. Spurlock, fast food'un insanlar üzerindeki etkisini görebilmek için, günde 3 öğün sadece ve sadece McDonal's'larda beslenmeye başlıyor. Yiyebileceği ve içebileceği şeyler sadece McDonald's mönüsündekilerle sınırlı.

Morgan, McDiet’ine devam ederken bir yandan da ülkeyi dolaşarak bilgi topluyor, aynı zamanda sokaktaki tüketiciyle konuşuyor. Bu belgesel film sayesinde izleyici de bilinçlendirilmiş oluyor. Örneğin filmden şu bilgileri elde ediyoruz; Amerika’da 100 milyon kişi obezdir. Missisipi’de her 4 kişiden 1’i obezdir. Mc Donald’s ın dünyada 30 bin civarında şubesi vardır –ki bu rakam Burger King, KFC, Dominos vb. şirketlerin sayısından çok daha fazladır. Dünya genelinde günde 35 milyon kişi Mc Donald’s’ı ziyaret ediyor. Amerikalıların %60’ı spor yapmaz. Ölüm sebepleri sıralamasında obezite, sigaradan sonra ikinci sıradadır. Morgan, bu tarz “gerçek” verileri sadece bir araya getiriyor. Bu belgesel sayesinde Amerika’da Mc Donald’s yöneticileri menülerinden Büyük Seçim seçeneğini çıkarmayı düşünüyorlar. (Amerika’daki küçük boy, Fransa’daki büyük boya eş değerde.)

Sporlock, belgeseldeki verileri yalnızca kuru bilgi olarak bırakmıyor, kendini denek olarak kullanıyor. Belgesele başlarken izleyici ile aynı bilgilere sahip, sonradan neler olacağını bilmiyor. Üç doktor gözetiminde 30 gün boyunca Mc Donald’s ürünleriyle besleniyor. Ortalama bir Amerikalı kadar yürüyor, spor yapmıyor ve hiçbir “büyük boy” önerisini geri çevirmiyor. Morgan bu süre boyunca gözle görülür derecede farklılıklar geçiriyor. Bu farklılık yalnızca fiziki olarak değil, psikolojik olarak da yansıyor. Morgan, 1 ayda 12 kilo alarak 84 kilodan 96 kiloya çıkıyor. Fiziki değişiklik bununla da kalmıyor; şiddetli baş ağrıları, yüksek kolesterol, nefes almada zorlanma gibi rahatsız edici sonuçlar meydana geliyor. Ayrıca henüz 2. gündeyken çok fazla mide ağrısı çekip kusuyor. 7. gündeyken depresyon belirtileri görülüyor –kendini kötü hissetme-, 9. günde menüdeki yiyeceklerden sıkılıyor. 15. günde yemek yemeye bağımlı hale geliyor -yemek yeğince kendini iyi hissediyor- (Bütün bunlar doktorlar ve uzmanlarca kanıtlanıyor.) 21, günde ise şiddetli göğüs ağrıları çekmeye başlıyor. Diyet sonunda Morgan’ın karaciğer değerleri bir alkoliğinki ile eşdeğer hale geliyor.

Belgesel sırasında Morgan’ın sokakta konuştuğu insanlar da Mc Donald’s ürünlerini severek tükettiklerinden bahseder. Hemen hepsi ortalama haftada  en az bir kez fast food tükettiklerinden bahsetmektedirler. Peki neden insanlar obezitenin başlamasına yol açan fast food ürünlerini bu kadar çok tüketmeye başlamışlardır?
  • Çalışma ortamlarının kapalı binalara taşınmasıyla insanların yemek alışkanlıkları da değişmiştir. Kısıtlı öğle vakitleri onları hızlı tüketime yönlendirmiştir. Ayrıca evlere, iş yerlerine servis, tüketim kolaylığı da tercih sebebi olmaktadır.
  • Her yerde en hızlı şekilde fast food’a (Mc Donald’s şubesine) ulaşılabilmektedir. Belgeselde verilen bilgilere göre en kalabalık ve yoğun semtlerde bir cadde üzerinde üç tane Mc Donald’s şubesi bulunabilmektedir. Kararsız bir insan, bu kadar çok göz baskısının ardından bu doğrultuda karar verebilir.
  • Fast food, diğer restoranlara göre daha ucuz olabiliyor. Hesaplı yemek isteyenler, sağlığı ikinci plana atarak bol yağlı, bol şekerli ucuz ürünleri tercih edebilmelidirler.
  • Fast food, genellikle ev yemeklerine göre daha iştah açıcı, daha lezzetli görünmektedir. Yemeğe düşkün insanlar, sürekli tükettikleri bu hazır ürünlere –belgeselde görüldüğü gibi- bağımlı hale gelmektedirler.

Ne kadar da masum görünüyor
Obezite ya da halk arasında bilinen adıyla şişmanlık, vücutta fazla miktarda yağ birikmesi sonucu ortaya çıkan, mutlaka tedavi edilmesi gereken bir hastalıktır. Kalp hastalıkları, yüksek tansiyon, şeker hastalığı, yüksek kolesterol, solunum rahatsızlıkları, eklem hastalıkları, adet düzensizlikleri, kısırlık, iktidarsızlık, safra kesesi hastalıkları, taş oluşumu, bazı kanser türleri, obezite ile doğrudan ilişkili hastalıklardır. Obezite, özellikle 7-12 yaş arasındaki çocuklarda yaşanıyor. Gençlerde kalp, şeker hastalığı gibi rahatsızlıkların yanı sıra, ‘kendine güven eksikliği’ gibi psikolojik sorunlar da yaşanıyor.

Dünya Sağlık Örgütü dünyada fazla kilolu 1 milyar insanın bulunduğunu ve bunlardan 300 milyonunun da tedaviye muhtaç olduğunu söylüyor. Yüzde 25-40 oranında kalıtsal olarak geçen obezite, özellikle gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde tıpkı bir hastalık gibi hızla artıyor. Uzmanlar ABD’de 2030 yılına kadar nüfusun yüzde 95 oranında obez olabileceğini söylemişlerdi. Rahatsızlığın nedenleri arasında, televizyon ve bilgisayar önünde fazla zaman harcama, internet bağımlılığı, yağlı gıdalarla aşırı beslenme, fazla şeker ve çikolata tüketimi geliyor.

Dünya’daki nüfusa göre obezite oranlarına bakılacak olursa; 1.sırada nüfusun %58’i ile Almanya yer almaktadır. 2. sırada nüfusun %57’si ile Amerika Birleşik Devletleri vardır. 3. sırada ise %56’lık dilimle Avustralya bulunmaktadır. ABD’deki besin uzmanlarınca, McDonalds ve benzeri fast food lokantalarına sık giden çocuklarda, artan bir saldırganlık, korkulu düş görme ve uykusuzluk saptanmıştır. Çünkü söz konusu lokantalardaki yiyecekler vücuttaki Thiamin adlı maddenin azalmasına yol açıyor. Bu da vücuttaki B1 vitaminin azalmasına ve sinir sisteminin zayıflamasına sebep oluyor. (Belgeselde dikkat dağınıklığı olan çocukların rejimle daha iyi hale geldiği araştırmalarla kanıtlanıyor)

Bu duruma Bir de Mc Donald’s tarafından bakıldığında onların kendilerini daha farklı bir şekilde sunduğunu görüyoruz. Pazarlama stratejileri o kadar iyi ki insanlar ister istemez bu yerlere yöneliyor. Özel çocuk menüleri, doğum günü kutlamaları, ayda bir değişen oyuncak çeşitleri, palyaçoları, oyun parkları, çizgi filmleri ile yetişecek yeni nesli kendine adete bağımlı kılmaya çalışıyor. Obezite ve gelinen son durum insanların kendi vicdanlarınca olan bir tutum mu, yoksa fast food firmalarının sadece ticari kar amaçlı oluşturdukları bir sistem mi?

Fast-food üreticilerine, özellikle de McDonald’s yetkililerine göre firmalarının bu konuyla ilgili en küçük bir sorumluluğu bulunmuyor. 3 yıl önce 14 ve 19 yaşındaki iki genç kız, yaşadıkları obezite sorunlarından ötürü McDonalds’a dava açıyorlar. McDonalds’ın avukatları kızların şişmanlıklarının sebebinin ürünleri olduğunun ispatlanamayacağını öne sürüyorlar ve davayı düşürüyorlar.

Mc Donald’s yöneticilerine göre tüm dünyada yapılan iletişim çalışmalarında sağlıklı beslenmenin denge, çeşitlilik, aşırıya kaçmama ve aktif bir hayat tarzı ile mümkün olduğu mesajını, ürünlerinin besin değerleri, uyguladıkları kalite ve hijyen standartlarını, müşterilerine sürekli aktarıyorlar. Dünyadaki tüm şubelerindeki menü seçeneklerini genişletiyorlar. Yeni alternatifler ile, müşterilerin kendi kişisel beslenme ihtiyaçlarına uygun, yüksek kaliteli, lezzetli ürünler seçmelerini daha da kolaylaştırdıklarını söylüyorlar. İnsanlara dengeli beslenmenin ve sporun önemini anlatmak için paneller düzenliyorlar. Hedef olarak çocukların sağlığı ve mutluluğu için projeler yaratıyorlar. Projeleri arasında; aile odaları, acil tedavi ünitesi, çocuk servisi hasta odaları,  hastane dersliği, hastane oyun odaları, engelliler  İÖO oyun Odası gibi projeler yer alıyor. Belgeselde fast food şirketlerinin taze meyve sebze şirketlerine oranla reklama milyonlarca dolar daha fazla yatırım yaptığı gösteriliyor. Bu da onların daha akılda kalıcı olmasını sağlıyor. (Küçük çocuklara gösterilen fotoğraflarda çocukların İsa’yı tanımayıp, Mc Donald’s’ın palyaçosunu tanımaları büyük bir ironidir)

Belgesel bir taraftan yana olmalı ise, bu insandan yana olmalı demiştik. Supersize Me belgeseli tamamıyla insandan yana bir tavır sergiliyor. Kişinin kendisini ortaya koymuş olması izleyici üzerindeki inandırıcılığı, etkiyi arttırıyor. Gerçeği de yaratıcı bir şekilde yorumlamış oluyor. Çünkü bir şeyi göstermek veya yapmak söylemekten daha etkilidir. Belgeselde Mc Donald’s’ın sevilen ve sevilmeyen yönleri, zararları belgesel sürecinde gösteriliyor. Bu belgeselin temel derdi, obezite konusunda kamuoyunun dikkatini çekmek, verdiği bilgilerle izleyiciyi bilgilendirmek ve son dönemde meydana gelen kötü yeme alışkanlığını değiştirmektir.


Belgecilik, gerçeğin aynen aktarılması, belgeselcilik  ise gerçeğin yaratıcı biçimde yorumlanmasıdır.” (H. Kuruğlu) Supersize Me belgeselinde var olan gerçeklik Sporlock tarafından yaratıcı bir şekilde yorumlanarak izleyiciye aktarılmıştır. Fakat gerçeklik konusunu tartışırken önümüze şöyle bir soru çıkmaktadır. Gerçek hayatta bir insan 30 gün boyunca, günde 3 öğün fast food yer mi? Amerika’da dahi olsa böyle bir durumun oranı çok çok düşüktür. Çünkü filmin yönetmeni ve deneği olan Morgan kurmaca bir şekilde hiç öğün atlamadan, doyduğu halde menüdeki tüm yiyecekleri bitirmek ve kendisinde büyük boy menü önerildiğinde geri çevirmemek şartı ile sanal bir gerçeklik yaratmaktadır. Bu da Supersize Me belgesel filminin asıl sorunu olan gerçek kavramı ile çelişmektedir.

Ezgi Özöney
İzmir, 2008

Türk Sinemasında Şener Şen Oyunculuğuna ve Filmlerine Genel Bir Bakış


Şener Şen muhteşem oyunculuğu ile yaklaşık yarım asırdır bizimle olan, hatta bizden biri olan sinemamızın en tanıdık yüzüdür. Önceleri tiyatro, daha sonra ise sinema sanatçısı olan Ali Şen’in çocuklarından Şener, baba mesleğini sürdürerek, sahneye adımını attı. Ali Şen, Yeşilçam dönemi Türk filmlerinin izleyicilerinin çok iyi tanıdığı bir karakter oyuncusuydu ve güldürülerde olduğu kadar dramatik rollerde de çok rahattı. Bazen gözü doymaz bir esnaf, gaddar bir ağa, bir üç kağıt uzmanı, bazen de tonton mu tonton bir dede, çılgın bir bilim adamı, tutucu yada anlayışlı bir baba, bir esnaf, bakkal, muhtar, gerici hacı… Şener Şen’in oyun çizgisinde ve karakter zenginliğinde baba Ali Şen’in izlerini bulmak mümkündür.

Tutulan, beğenilen bir oyuncu ister “yardımcı” ister “yıldız” olsun, izleyicinin benimsediği tiplemeyi veya karakteri sergilediği sürece kabul edilir ve izlenir. Bu tiplemenin çizgisindeki her değişim, kendini etkileyerek tehlikeyi doğurur: iyi kişi bozulunca tepki alır, kötü kişi yumuşayınca izleyicinin gözünde inandırıcı olmaktan çıkar. Bir karakterden diğerine, olumludan olumsuza yada olumsuzdan olumluya geçiş ve bunun kabullendirilmesi bir beceri, sanatçının başarısının etkisiyle gerçekleştirilir. Babası Ali Şen’e kıyasla Şener Şen, yardımcı oyunculuktan ‘yıldız’ oyunculuğa geçişte sergilediği  bu beceriyi daha sürekli kılmıştır.  

Şener Şen’’in sinema serüvenini üç aşamada ele alabiliriz: Arzu Film öncesi, Arzu film dönemi ve Arzu film sonrası. Şen’in ilk filmlerindeki rollerine baktığımızda, kolay yolu tutup daha çok kısa ve bol hareketli karikatürler çizdiğini görürüz.

Oyuncu olarak ilk filmlerini daha çok küçük şirketler için çevirir, figüranlık yapar, küçük karakter rollerde görülür. İlk figüranlık deneyimi İlhan Engin’in Üç Öfkeli Genç’indedir (1963) ve aralıklarla gerisi gelir. Beş yıllık bir sürede, küçük rol oyuncusu olarak Şener Şen kameranın karşısına az çıkar ve tiyatroculuğunu sürdürür. Fakat daha sonra hayatını tamamen değiştirecek olan Arzu film ekibi tarafından keşfedilerek, bu gruba dahil olacaktır. Onun sanat gücünü ortaya çıkaran ilk yönetmenle karşılaşır: Ertem Eğilmez.

Arzu Film ekibi, kurucu Ertem Eğilmez, senaryo yazarı Yavuz Turgul, yönetmen Kartal Tibet ve dönemin neredeyse değişmez oyuncuları Münir Özkul, Adile Naşit, Ayşen Gruda, Kemal Sunal, İlyas Salman, Halit Akçatepe ve Şevket Altuğ’dan oluşur. Şener Şen bu gruptayken filmlerinde hareketlidir, neşelidir, henüz dramatik değildir ki dramatik olmak için ne nedeni ne de fırsatı vardır.  Kimi davranışları, tepkileri sürprizlerle doludur, aynı anda hem sevimli hem hınzırdır, fırsatları değerlendirir. Ama gülümsediğinde kendini her zaman kurtarmasını bilir.

Önceleri bir karakter oyuncusudur, daha sonra bir başrol, bir ‘yıldız’ oyuncu haline gelir. Şener Şen, ekip için biçilmiş kaftan olduğunu kanıtlayacaktır. Karşısındaki oyuncuyla (Kemal Sunal, İlyas Salman, Şevket Altuğ vs.) uyum sağlayabildiği kadar kendi oluşturduğu kişiliği de korur; partnerini bastırmaz aksine onun oyununa boyut kazandırır. Karşılıklı oyunda Şen, tehlikeli bir ustadır; kesinlikle rol çalmaz, ama varlığını öylesine belirtir ki partneri olan oyuncu her an tetikte olmak zorunda kalır.

Şen, 1976’da Arzu Film’e katılır ve 1981’e kadar yalnızca bu şirketlerin yapımlarında çalışır. Başlarda sık sık Kemal Sunal’la oynar ve Kartal Tibet tarafından yönetilir. Önceleri sevimli, kılıbık, sakar, saf halleriyle gönlümüzü kazanır. Daha sonraları Kemal Sunal ve İlyas Salman’la zıt bir ikilinin olumsuz tarafını yaratır, aldatıcı, riyakar ve üçkağıtçıdır. Sunal ve Salman’ın canlandırdıkları temelde saf, dürüst karakterlerinin bir antitezi olan kendi sevimli ama olumsuz karakteri tuzaklar kurarak, komplolar hazırlayarak mücadele eder. Sevimliliğinden yararlanarak, kötülüğün parodisini yapar ve bu olumsuz varoluşu rahatça yedirir.

Şen’in olumsuz karakterlerine baktığımızda kötülük denilen şeyin aslında çok göreceli olduğunu anlarız; kötülük nerede başlar, nerede biter; kendi yararına bir şey istemek midir, bunu elde etmeye çalışmak mıdır? Kötülük yapmak için nedenleri vardır. Şen’in karakterleri bu ikilemin tam ortasında dururlar. Bu asla kötüyü, kötü olmayı savunmak değildir.Söz konusu olan kötülüğün mizaha dayalı bir eleştirisi, bir taşlamasıdır. Biz her an bizim de kötü olabileceğimizi anımsatır, kötü insanın da bizim gibi bir insan olduğunu vurgular.

Yan rollerden, yardımcı oyunculuktan konunun üzerine örtüldüğü ikiliye geçiş Şener Şen için bir aşamadır, daha kalıcı karakterler çizebilir, kendi başarısını karşısındaki oyuncunun başarısıyla ölçmeyi, sürekli bir antitez yaratmayı ve kesinlikle altta kalmamayı, ezilmemeyi, gerçekten karşıt ve çatışan bir ilişki kurmayı başarır. Yarattığı çizgi onu 1984’ten başlamak üzere başrollere götürecek yoldur.

Şener Şen’in filmografisine bakacak olursak, karşımıza çok çeşitli ve bir o kadar renkli karakterlerin çıktığını görürüz:

Oyunculukta ilk yıllar
Ø  Üç Öfkeli Genç - 1963 (İlk Figüranlık)
Ø  Yaşasın Hayat - 1964 (Oyuncu)
Ø  Hizmetçi Dediğin Böyle Olur - 1964 (Oyuncu)
Ø  Çıldırtan Arzu - 1967 (Oyuncu)
Ø  Dokuzuncu Hariciye Koğuşu - 1967 (Oyuncu)
Ø  Kırbaç Altında - 1967 (Oyuncu)
Ø  Sözde Kızlar - 1967 (Oyuncu)
Ø  Yarın Çok Geç Olacak - 1967 (Oyuncu)
Ø  Kadın Satılmaz - 1970 (Oyuncu)
Ø  Alicengiz Oyunu - 1971 (Oyuncu)
Ø  Altın Prens Devler Ülkesinde - 1971 (Oyuncu)
Ø  Görünce Kurşunlayın - 1971 (Oyuncu) 
Ø  Asi Kalpler - 1972 (Oyuncu)
Ø  Katerina - 1972 (Oyuncu)
Ø  Arap Abdo - 1973 (Oyuncu)
Ø  Aşk Mahkumu - 1973 (Oyuncu)
Ø  Bir Demet Menekşe - 1973 (Oyuncu)
Ø  Bitirimler Sosyetede - 1973 (Oyuncu)
Ø  Ayrı Dünyalar - 1974 (Oyuncu)
Ø  Aptal Şampiyon - 1975 (Oyuncu)
Ø  Düşmanlarım Çatlasın - 1974 (Oyuncu)
Ø  Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz - 1974 (Oyuncu)
Ø  Bak Yeşil Yeşil - 1975 (Oyuncu)

Şener Şen, Arzu film’de Yavuz Turgul’la tanışır; onu başrol oyunculuğundan yıldız oyunculuğa götürecek olan bir süreçte Turgul’un senaryolarını yazdığı bir dizi filmde oynar. Namuslu’ya kadar Şener Şen, çok yetenekli karakter oyuncularından oluşan bir ekibin parçasıdır.  

Ø  Bizim Aile - 1975 (Oyuncu)
Ø  Hababam Sınıfı Sınıfta Kaldı - 1975 (Oyuncu)
Ø  Hababam Sınıfı Uyanıyor - 1976 (Oyuncu)

Güldürü ikilisi genel olarak birbirini destekleyerek, paylaşarak hareket eder; Şen’in ikili filmlerinde ise durum tamamen farklıdır. Olumlu kahramanın, naif ama her zaman iyi niyetli kişinin (Kemal Sunal ya da İlyas Salman) karşısına dikilen, aldatan, sömüren, yok etmeye çalışan Şener Şen bir ikilinin bir parçası değil antitezidir.


Ø  Süt Kardeşler - 1976 (Yardımcı Oyuncu)
Ø  Tosun Paşa - 1976 (Yardımcı Oyuncu)
Ø  Çöpçüler Kralı - 1977 (Yardımcı Oyuncu)
Ø  Gülen Gözler - 1977 (Yardımcı Oyuncu)
Ø  Hababam Sınıfı Tatilde - 1977 (Yardımcı Oyuncu)
Ø  Şabanoğlu Şaban - 1977 (Yardımcı Oyuncu)                        
Ø  Hababam Sınıfı Dokuz Doğuruyor - 1978  (Yardımcı Oyuncu)
Ø  Kibar Feyzo - 1978 (Yardımcı Oyuncu)
Ø  Neşeli Günler - 1978 (Yardımcı Oyuncu)
Ø  Sultan - 1978 (Oyuncu)
Ø  Erkek Güzeli Sefil Bilo - 1979 (Yardımcı Oyuncu)
Ø  Ne Olacak Şimdi - 1979 (Yardımcı Oyuncu)
Ø  Banker Bilo - 1980 (Yardımcı Oyuncu)
Ø  Davaro - 1981 (Yardımcı Oyuncu)
Ø  Gırgıriye’de Şenlik Var - 1981 (Oyuncu)
Ø  Adile Teyze - 1982 (Oyuncu)
Ø  Çiçek Abbas - 1982 (Yardımcı Oyuncu)
Ø  Dolap Beygiri - 1982 (Yardımcı Oyuncu)

Bir süre sonra ağalık Şener Şen için artık olağan bir durum haline gelmiştir.Yine de tekrara düşmemeyi becerir. Her defasında farklı bir ağayı canlandırarak, ona ayrı özellikler yüklemek için gayret gösterir. Sonuçta zirvesini Züğürt Ağa’da bulacak olan ağa karakteri zirvesi oluşur.

Ø  Şalvar Davası - 1983 (Yardımcı Oyuncu)
Ø  Şekerpare - 1983 (Yardımcı Oyuncu)
Ø  Namuslu - 1984 (Başrol)

Senaryosunu Başar Sabuncu’nun yazdığı ve Ertem Eğilmez’in yönettiği Namuslu’da, Şener Şen ilk kez yanında bir başka başrol oyuncusu olmaksızın tek başına oyunun merkezindedir ve onu dramatik-güldürünün, hatta trajik- güldürünün ustası yapacak olacak eşsiz karakterlerinden birini çizer.
Namuslu’da Şener Şen, bir önceki karakterlerinin ve bir önceki oyun üslubunun izlerini kaçınılmaz bir biçimde taşır, dağıtması gerektiğinde büyük bir coşku içinde ortalığı dağıtır, ama aynı zamanda trajik olan durum ve ilişkileri filmin çizgisine uygun olarak, yumuşatarak ya da abartarak ileride sergileyeceği dramatik tonlamanın üzerine gider. Bu bir bakıma kullandığı oyun dinamiklerinde bir değişim, bir aşamaya tekabül eder ve ilerideki rollerinin güçlenen altyapısını oluşturur.
Namuslu herhangi bir umut öğesi taşımayan, köşe dönmecilik yıllarını güçlü bir biçimde eleştiren, tek bir olumlu kişi bile sunmayan (namuslu kahraman da sonuçta namussuzluğu tek çıkış ve varoluş çaresi olarak seçecektir) bir kara güldürüdür. Şen tüm geçmiş deneyimlerini ve gözlemlerini kullanarak, küçük memurun şaşkınlığını, çaresizliğini, direnişini, patlamalarını, değişimini, etrafındaki insanlarla ilişkilerini keskin hicve dayanan bir çizgi üzerinden giderek yorumlar.   

Ø  Aşık Oldum - 1985 (Başrol)
Ø  Çıplak Vatandaş - 1985 (Başrol)

“Namuslu” namussuzluğu seçerek kurtulmuştu, düzene ayak uydurarak köşeyi dönmüş, dönmenin bir yansıması olmuştu; Çıplak Vatandaş’taki İbrahim ne yaparsa yapsın ne hızlı değişime ne de kendisine teklif edilenlere ayak uydurabilir, aklını kaçırmış bir dünyaya uyabilmek ya da en azından ondan kurtulabilmek için tek çaresi aklını kaçırmak gerçek bir deliliğe sığınmaktır.

Ø  Züğürt Ağa - 1985 (Başrol)
Başrollerini çeşitlendirerek Şener Şen bu süre içinde sıradan vatandaş, memur, küçük burjuva olur ve hepsinin ardından bir dönemin başlangıcı anlamına gelen unutulmayan o rol gelir, Şen yeniden Güneydoğulu bir Ağa’yı canlandırır; ama bu ağa alışık olduğu ağalardan oldukça farklıdır ve belki de bu farklılık onu Şener Şen yapan filmlerden birine benzeri olmayan damgasını daha bir görünür basmasına yardımcı olur: Züğürt Ağa…
Son sahnede elinde çiğ köfte tepsisiyle caddede uzaklaşan ağa gülümsemektedir. Gülümsemesi hem kabullenme, hem meydan okumadır, kendine güvenidir ve de büyük kente karşı sürdürmeye kararlı olduğu mücadelenin göstergesidir.
Şener Şen’in gerçekten büyük oyuncu olması yalnızca oyun tekniğinden, oyunlarındaki başarılı çizgisinden, kullandığı oyun malzemesinden kaynaklanmaz; bunun ana etmenlerinden biri de çizdiği karakterlerin izleyiciye her zaman yakın olması, bunlara kattığı insanlık ve böylece kazandıkları inanırlık ve inandırıcılıktır.

Sonraki yıllarda Şen, temposunu düşürecek, az ama etkili filmlerde oynayan bir ‘yıldız’ konumuna gelecektir, teklifleri titizlikle değerlendirir ve özellikle bir yönetmene, Yavuz Turgul’a bağlanır, en iyi rollerini onun sayesinde yaratır.

Ø  Değirmen - 1986 (Başrol)
Ø  Milyarder - 1986 (Başrol)
Ø  Muhsin Bey - 1986 (Başrol)


Şener Şen’in oyunculuk kariyerinde Züğürt Ağa her açıdan bir ilk zirve olarak kabul edilirse, bütün birikimlerin sonucu olan ikinci zirve Muhsin Bey’dir. Muhsin Bey temelde bir nostalji filmidir, geçmiş ve geri dönülmeyecek günlerin ve değerlerin anısına yapılmış bir saygı duruşudur. Aynı zamanda bugünün yapay, şişirilmiş, değer olmayan değerlerine içtenlikli ve acı bir açık eleştiridir. Muhsin Bey başlı başına bir dünyadır, bir masala benzer; ama sanki anlamından sanki bir şeyler yitirmiş gibidir. Muhsin Bey de bir ‘kaybeden’dir, bir başka ‘namuslu’dur, onun çizgisini izler, onun da paylaştığı değerleri korur, onunla aynı gerçekliğe aittir.
Namuslu’da Ali Rıza eskizini gördüğümüz, Züğürt Ağa’da ise çizilen resim Muhsin Bey’de zarafetle renklendirilir. Muhsin Bey her şeyi kabul ediyorsa, her şeyi ve herkesi anladığı içindir; insanın çaresizliği karşısında böyle anlayışlı olmak insan olmanın erdemidir.
Muhsin Bey’den sonra Şener Şen - Yavuz Turgul ikilisi üç filmde daha biraraya gelir; bu filmlerde ilk müşterek çalışmalarında edindikleri başarıya ikisinin sanat ve sinema anlayışlarından derlenen ek malzemelerle yeni başarılar ekler ve paylaştıkları dünyayı daha bir belirgin hale getirirler.

Ø  Selamsız Bandosu - 1987 (Başrol)
1987’de Şener Şen ile Nesli Çölgeçen, Züğürt Ağa’dan sonra ikinci kez bir araya gelirler. Muhsin Bey’e karşın, yıldızı henüz parlamamış olan Uğur Yücel de ikinci derecede bir rolle oyuncu kadrosundadır. Bülent Oran’ın “Türk Sinemasının örnek senaryosu” olarak adlandırdığı Selamsız Bandosu, Fellinivari bir hava içinde siyasal-toplumsal bir hiciv sunmakta ve amaçlarına varmaktadır. Bir hayalin ve hayal kırıklığının öyküsüdür Selamsız Bandosu ancak Anadolu’daki birçok unutulmuş kasabanın durumunu göz önüne alırsak bu hayal hiç de gerçeklerden uzak değildir.
Bu film taşlama esasına dayanan bir diğer Şener Şen filmidir; anlatılan bir umut öyküsü, bir mücadelenin tablosu ve küçük bir kasabanın manzarasıdır.

Ø  Arabesk - 1988 (Başrol)
Eğilmez için Arabesk, özelde kendi sineması ve genelde Yeşilçam sinemasıyla bir hesaplaşmadır. Eğilmez, günah çıkartır, filmlerinde ve başkalarının filmlerinde çokça kullanılan formülleri ve dramatik yada melodramatik çözümleri alaya alır ve alay macerasına Şener Şen’i, Müjde Ar’ı ve Uğur Yücel’i de katar.

Ø  Yasemin - 1988 (Başrol)
1988’de oyuncumuz Almanya’da ilk kez bir yabancı filmde oynar, Hark Bohm’un yönettiği Yasemin’de. Bu film, Almanya’da ailesiyle yaşayan, orada doğmuş ve kültür ve kuşak çatışmaları içinde yaşamını sürdürmeye çalışan 17 yaşındaki bir genç kızın öyküsüdür.
Yasemin’deki baba rolü Şener Şen için adım adım dramatik oyunculuğa geçiş için bir fırsattır. Şen’in oyununda, önceleri sevimliyken sonra gaddar olan babanın değişimini ayrıntılı bir şekilde izlediğimiz gibi, en ince motivasyonuna da tanık oluruz.

Ø  Zengin Mutfağı - 1988 (Başrol)
Zengin Mutfağı, zor bir sinema - tiyatro örneğidir; tek bir mekânda geçmesine ve yoğunluğunu hiç kaybetmemesine karşın, sahne oyunu uyarlamalarında tutturulması hiç de kolay olmayan bir tempo içinde gelişir. Kesinlikle bir güldürü değildir, temeli ve niyetleri siyasal olan bir dramdır ve oyunu sahnede de büyük bir başarıyla yorumlayan Şener Şen, tamamen sinemasal bir yaklaşımla, zaman zaman şaşırtıcı ve her defasında çok yerinde bir oyun çıkartır; kendine özgü mizahını, sıcaklığını ve insancıllığını karaktere aktarır. 

Ø  Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni - 1990 (Başrol)
Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni’nin sunduğu Yeşilçam kriz içindeki çökmüş Yeşilçam’dır, artık ne yapacaklarını bilmeyen yönetmenleri, çaresiz yapımcıları, işsiz oyuncuları ve karakter oyuncularıyla (Nubar Terziyan, Sami Hazinses, Cevat Kurtuluş ve Naki Turan Tekinsav). Film bir taraftan geleneksel Yeşilçam’ın ardından okunan son derece duyarlı bir ağıt, öte yandan da Yeşilçam’ın geçirmekte olduğu “yeni yapılanma”nın espri dozu yerinde bir eleştirisidir. Ağıtı dillendiren, ve eleştiriyi sunan kişi ise Yeşilçam’ın içinde yetiştiği için Yeşilçam’ın her yönünü çok iyi bilen bir sanatçıdır.
Muhsin Bey gibi Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni de değişime uğrayan, eski değerlerini yitiren, “gösteri” dünyasında geçmektedir, birinde müzik, diğerinde sinema ele alınır - gösteri dünyasının daha marjinal bir yüzü Gölge Oyunu’nda da karşımıza çıkacaktır. Herhangi bir sinema değil de Türk sineması, Yeşilçam’ın görkemli kalıntıları içinde, gerektiğinde bu kalıntılara sırt çevirerek ayakta durmaya çalışan, “yenilenme”, “yeniden yapılanma” peşinde bir sinema.
Muhsin Bey’in aksine Haşmet Asilkan geçmişten kurtulmak istemektedir, ama kimi yönleriyle -bakımlı küçük dairesi, duvarlardaki eski oyuncu fotoğrafları, kaktüsleri, sonradan gizleyeceği Kerime Nadir ve benzer romanlarıyla- o da bir başka Muhsin Bey’dir. Ama o, döneme ayak uydurmak ister, değişmek ister -ki en büyük yanlışı da budur.
Yeşilçam’ın içinde yetişmiş iki sinema sanatçısı, yönetmen Yavuz Turgul ve oyuncu Şener Şen yeniden el ele verip bizlere bir Yeşilçam öyküsü anlatırlar; durumu ve ortamın o dönemdeki sorunlarını -ki bir kısmı bugün bile aşılmamıştır- açık bir şekilde ortaya koyarlar.
Yavuz Turgul - Şener Şen ikilisinin kahramanlarına baktığımızda dikkati çeken başka bir şey daha var: Genelde yalnız olmaları, yalnız kalmaları, yalnızlık dönemlerinden geçmeleri ya da geçmiş olmaları. Aşk filmlerinin unutulmaz yönetmeni de yalnızdır ve yalnızlığı içinde devinir durur. Daha yakın tarihlere baktığımızda bir başka yalnız -öteden beri yalnız- insanla karşılaşırız, dağa çıkan, oyuz yılını hapiste geçiren ve her şeyini yitiren Baran. Ve Gönül Yarası’nın Nazım Öğretmen’i de bu yalnız adamlar geçidine katılır.

Ø  Gölge Oyunu - 1990 (Başrol)
Yalnız adam ve yanına aldığı, yanında taşıdığı arkadaşı... Gölge Oyunu, üçüncü sınıf pavyonlarda gösteri yapan, çok sıradan, güldüremeyen iki güldürücünün, “Modern Komikler Karabiberler”in öyküsüdür. En azından öyle başlar, saz heyeti tarafından da öyle anlatılır ve devam eder, ama bir noktadan sonra bir şey olur, bir masal ya da yalnızca iki kişinin yaşadığı bir düş.
Eğer Yavuz Turgul, kimi yorumculara göre, masal anlatıyorsa -ama gerçeği olan masallar- Şener Şen de bu tür masallara en uygun oyuncudur; çünkü iki ayrı boyutta, güldürüde ve dramda büyük bir rahatlıkla hareket edebilmekte, gerçeğin gerçeküstülüğünü kavrayabilmektedir. Turgul bir masal anlatır, simgeler kullanır, gerçeği zorlar; bizi umutlandırır ve sonra da acı, inanılmaz somut bir gerçekle karşı karşıya bırakır.
Abidin (Şener Şen), Şen’in çizmekte ustalaştığı sevimli sevimsizin teki olarak filmin en gerçekçi kişisidir. Aynı zamanda bir denge unsurudur, Mahmut’u (Şevket Altuğ) ayakta tutar, sıkı sıkı sarar ve sonunda -düşün bir parçası olduğu için- onun düşü kabul etmesine yardımcı olur.

Şener Şen - Yavuz Turgul filmlerinde sık sık ikililer oluşturulur: Şener Şen’in canlandırdığı yalnız insanlar, yalnızlıklarını paylaşacak birilerini hep bulurlar. Bu paylaşım somut olarak ona yarasın ya da yaramasın, denge unsuru her zaman Şen’in çizdiği kahramandır; yalnızlığını yaşamasını bilir, yalnızlığını mitos haline getirir.

Ø  Amerikalı - 1993 (Başrol)
Bir başka taşlama olan Amerikalı filmi de, tıpkı Arabesk gibidir. Arabesk nasıl Yeşilçam sinemasını ağırca eleştiriyorsa, Amerikalı da kendince son dönem Hollywood sinemasını hicveder, kimi çok tipik ve bir o kadar popüler olan filmler neredeyse bölüm bölüm yeniden çekilir. Film böylece iki amaç taşır: Uzun yıllar Türkiye’den uzak kalmış, dolar milyoneri olmuş, Amerikanlaşmış başarılı bir Türk işadamının öyküsünü anlatmak ve o dönemde hasılat rekorları kıran bazı Hollywood filmlerinin taşlamasını yapmak.

Ø  Eşkıya - 1996 (Başrol)
Eşkıya Baran, Şener Şen’in bugüne kadar çizdiği karakterler arasında, ilk bakışta tek bir çizgide ilerliyor gibi görünse de, belki de en karmaşık olanıdır. İkilinin yarattığı yalnız adamlar galerisi içinde eşkıya Baran, en yalnız ve güçlü örnektir, neredeyse çağdaş bir mitos kahramanıdır.
Aslında bu kahramanların her biri arayış içindedir: Züğürt Ağa, büyük kentte ağalığını başka koşullar içinde sürdürmek, sürdürebilmek arayışı içinde; Muhsin Bey alıştığı bir düzenin artık geçerli olmayan kurallarını yeniden geçerli kılmak arayışında; aşk filmlerinin unutulmaz yönetmeni yenilenmenin, çağdaş görünmenin arayışında; Nazım Öğretmen hep kucak dolusu sunduğu ama kendi için hiç ifade edemediği sevginin arayışında ve Baran ise kendi dünyasındaki kendi eski ortamındaki onurun arayışındadır.

Ø  Gönül Yarası - 2005 (Başrol)
Gönül Yarası, Türk Sineması’nda genel eğilimin komedi filmleri ya da ‘yıldız’lar karmasıyla, reklam desteğiyle sunulan marka filmler olduğu bir dönemde Yeşilçam’ı bir kez daha akıllara getirdi. Anlatılan yalnızca bir öykü, dinginlikle ilerleyen, karakterlerini tüm çelişkileriyle derinleştiren, ağlatan, tebessüme sevk eden ve bir yandan da arayışlarla örülen..
Değişmeden kalan mahallesi, babasının mirası konak, yerleştiği eski Ermeni evi, hâlâ capcanlı olan çocukluk anıları ve hiç sorgulamadığı idealleri, artık eskimiş tutkularıyla Nazım Öğretmen, aslında yine bir Muhsin Bey, bir Haşmet Asilkan aslında.

Şener Şen, aslında içimizden biri her zaman, onun bu kadar sevilmesinin de en büyük nedeni bu belki de. Hangi rolü oynarsa oynasın altından ustaca kalkabilen, hem güldürüde hem de dramatik rollerde bizi kendisine hayran bırakabilen, Türk Sineması’nın bugüne kadar yetiştirdiği en yetenekli oyunculardan birisi o. Kısacası, “Şener Şen” o...

"Bu değerlendirme 2006 yılında yazıldığı için burada yer almayan Şener Şen filmleri; Kabadayı ve Av Mevsimi'dir."


Ezgi Özöney
İzmir-2006 



Kaynakça

Kitap:
1. Scognamillo, Giovanni; Türk Sinemasında Şener Şen, Kabalcı Yayınevi, 2005
2. Özgüç, Agâh; Türlerle Türk Sineması, Dünya Kitapları, 2005

Internet:
3. http://www.imdb.com
4. http://www.film.gen.tr
5. http://www.beyazperde.com