15 Ekim 2010 Cuma

"Çok Akademik Bakmışım" dedim

Üniversiteden mezun oluşumun 3. yılı içerisindeyim hâlâ ilk yıllarım da dahil bütün dönemlerde yaptığım ödevlerimi saklıyorum. Az önce karıştırırken elime geçen Göstergebilim dersi için incelediğim bir basılı reklamı, noktasına virgülüne dokunmadan yayınlayacağım. Vasat olarak nitelendirilebilir elbette ama içimde bunu paylaşma isteği doğdu. Öyle uzun oluşuna bakmayın, gayet basit anlatımlı (:



DOYGUN MARKA BUĞDAY VE ÇAVDAR EKMEĞİ ÜRÜNÜNÜN REKLAM İNCELEMESİ

Bu gazete reklamı incelenirken sayfayı bölümlere ayırabiliriz. Üst tarafta reklam illüstrasyonu, ortada reklamın sloganı, altta ise açıklamalar, marka ismi ve marka fotoğrafı yer almaktadır.

A) REKLAM İLLÜSTRASYONU İNCELEMESİ:

1) F. de Saussure’ün gösterge çözümlemesi:

GÖSTERGE
GÖSTEREN
GÖSTERİLEN
Vücutları ekmek dilimlerinden meydana gelen aynı iki kadının illüstrasyonu
Sağ tarafta bütün bir dilim ekmek vücuduna sahip, mutsuz, bu durum yüz ifadesine, saçlarına ve duruşuna yansımış kadının önceki hali, sol tarafta ise her iki tarafından ısırılarak incelmiş bir vücut haline gelmiş ekmek dilimi vücuduna sahip, mutlu, kendine güvenen kadının sonraki hali yer almaktadır.
Doygun marka ekmek yenilmeden önce ve yenildikten sonraki vücut hali görünmektedir. Doygun marka ekmekleri sizi daha sağlıklı, mutlu, güzel fit yapar. Sizi yiyerek inceltir. Hafiflik verir.


2) Roland Barthes’ın düzanlam ve yananlam ayrımına göre adlandırma:

DÜZANLAM
Ekmek dilimi vücuduna sahip bir kadının önceki ve sonraki hali. Öncesinde ekmek yenilmediği için şişmandır.  Sonraki halinde ekmek yenildiği için vücudu şekillenmiştir, mutludur.
YANANLAM
Doygun ekmekleri yenildiğinde varılmak istenilen amaca (zayıflamaya) daha çabuk ulaşılır. Bu bakımdan doygun markası işini yaparak başarılı bir sonuç vermektedir.

3) Anlamlandırmada metafor kullanımı:
Diyet ekmeklerinin en önemli özelliği zayıflama döneminde kullanılıyor olmasıdır. İllüstrasyon görsel bir metaforla desteklenmiştir. Şişman kadının vücudu bütün bir ekmek dilimine, zayıf kadının vücudu yenilmiş bir ekmek dilimine benzetilmiştir. Burada görülen ekmek dilimleri kadın vücudunun metaforudur.
4) Anlamlandırmada metonimi kullanımı:
Kullanılan ekmek dilimleri, bütün bir ekmeğin küçük bir parçasıdır. Kullanılan kadın figürü toplumda sıkça rastladığımız, zayıflamaya çalışan kadınlardan sadece birisidir.

5) Simgesel kodların kullanımı:
Saçlar: Karşılaştırmalı olarak verilen figürlerin ilkinde saçlar iki yana yatmış, sönük durumdadır. İkici durumda saçlar yukarıdadır, havalıdır. Bu kendine güvenin bir göstergesidir.
Beden dili: İlk figürde eller iki yanda sabit, bacaklar –ikinci şekle göre- şişmanlıktan dolayı ayrık bir biçimdedir. İkinci figürde yine kendine güvenin bir belirtisi olarak bir el incelmiş belde, diğer el saçlardadır; bacaklar ise düzgündür.
Yüz ifadesi (jest ve mimikler): ilk şekilde kadının yüzü asık, ikinci şekilde gülmektedir.  


B) SLOGANIN İNCELEMESİ:

1) Biçim olarak:
Slogan reklamın tam ortasında yer almaktadır, küçük harflerle ve elle yazılmış imajı veren bir font kullanılmıştır. Bu font, yapısı gereği reklama doğal bir hava katmıştır.
Yazıda kullanılan renk kırmızı-turuncu karışımı bir renktir. Bu renk, teknik olarak sıcak renkler kategorisinde bulunduğu için reklama sıcak, samimi bir yapı kazandırmıştır.

2) İçerik olarak:
Reklamın sloganı “yiyelim, güzelleşelim!”dir. Bu aslında Türk kültürüne özgü olan ve genellikle Türk alkollü içeceği olan rakının içilirken söylenen bir deyimdir. O konumda kişiler rakı içecek, içtikçe sarhoş olmak anlamına gelen “güzelleşeceklerdir”. Bu reklamda ise bu deyim değiştirilerek, yan anlamdan kurtulmuştur. Düz anlamında ekmek yenilecek, yenildikçe zayıflanacak, incelinecek ve gerçek anlamda güzelleşilecektir.


C) AÇIKLAMA KISMININ İNCELEMESİ:

Açıklama kısmında “Doygun tam buğday ve tam çavdar ekmeklerinin lif içeriği beyaz ekmeğe göre dört kat daha fazla, kalori içeriği %25 daha azdır” yazmaktadır. Bu yazı ürünü satış amaçlı ön plana çıkarmak yerine ekmek yapısında bulunan kaloriden bahsederek tüketiciyi bilgilendirme yoluna gitmiştir. Strateji olarak bakıldığında gereksiz olarak markayı övmemekte, tarafsızca bir bilgi sunmakta, bu tüketicide markaya karşı olumlu bir tutum yaratmaktadır.

Bu bölümde yer alan ürünün fotoğrafı, tüketici aklında ürünün ve ambalajının daha kalıcı olmasını sağlamaktadır. Tüketici de bir farkındalık yaratılmak istenmiştir.

Sağ alt köşede markanın logosu yer almaktadır. Büyük puntolarla yazılan marka ismi, akılda kalıcılık sağlamaktadır.

Sol alt köşede Türk Diyabet ve Obezite Vakfı’nın amblemi, internet sitesi adresi bulunmaktadır. Yanında “Türk Diyabet ve Obezite Vakfı, diabetiklerin beslenmesi için uygun ve yararlı bulmuştur” yazısı yer almaktadır. Vakıfın bu şekilde ürünü desteklemesi tüketicinin gözünde ürünün değerini, imajını, güvenilirliğini arttırmaktadır. Ayrıca diabetik hastalara yenmesi önerilerek hedef kitle genişletilmiştir.

23 Eylül 2010 Perşembe

Eleştiri Ne Haddime, Sadece İnceleme: Bound

D&R'da gezinirken arka rafların birinde gördüm onu. Dikkatimi çekmişti ama arka kapağını okuyunca sevebileceğimi düşünerek aldım. Eve gelip biraz inceledim, IMDb puanına baktım (10 üzerinden 7.4). Ve çok da yüksek olmayan beklentiler içinde filmi seyrettim. Wachowski Brothers'ın kaleme alıp yönettikleri bu filmi -Bound'u- izlerken keyif aldım. Fakat çok da matah bir konusu yoktu. Tek ilgimi çeken bu filmin bir kara film türünde olmasıydı..

Öncelikle "Kara Film nedir, sinema da bir tür müdür, yapısı nasıl oluşur?" bu sorulara bakalım (Tam bir ders verme cümlesi oldu). Kara Film II. Dünya Savaşı döneminde çarpıklaşan düzenin, bozulan ilişkilerin ve ekonomik durumun dışavurumu olarak Fransızca'da Film Noir olarak tanımlanan bir film türüdür. Savaş sonrası kara filmler, genellikle kötümserlik, kaygı ve şüpheyle beslenmiştir.

Atmosfer olarak bakıldığında keskin kontrastlı, ışık gölge oyunlarının bolca kullanıldığını, sigara dumanıyla dolu, sisli karanlık mekanların ön plana çıktığını görebiliriz. Buhran dönemiyle parçalanan psikolojinin filmlere yansıdığı rahatlıkla anlaşılabilir. Karakter yapısına bakacak olursak genellikle geçmişinde 'suçlu' olan fakat daha sonra suçtan uzak duran ve nihayetinde filmin sonunda tekrar suçlu duruma düşecek kişilerden oluşur. Kadınlar ise iki şekilde izleyicinin tanımına sunulur: Birincisi güven dolu, saygın, anaç kadın; ikincisi güzel, baştan çıkarıcı, güvensiz, aldatan, yaşam enerji dolu, günahkar (aslında kurban), genç kadın yani Femme Fatale...

Bu kadar bilgi elbette ki Kara Filmi açıklamaya yetmez. Sadece tanımlanabilecek bir hap niteliğinde olabilir. Biraz da filmi konu edineyim.

1996 yılında Wachowski Brothers'ın yönettiği filmin başrollerini Jennifer TillyGina Gershon  ve  Joe Pantoliano paylaşıyor. Mafyanın kirli işleriyle uğraşan Ceasar, metresi Violet ile bir apartman dairesinde yaşamaktadır. Eski bir suçlu olan erkesi görünümündeki Corky, boya, tamirat gibi işlerle ilgilenmektedir ve iş için Ceasar ve Violet'in bulunduğu apartmana gelir. Corky'le Violet'in yolu asansörde kesişir ve ilişkileri böylelikle başlar.

Violet, metresliği "business" olarak değerlendiren alımlı ve cazibeli bir kadındır. 1930'lu yılları anımsatan saçları, seksi imajıyla ve incecik sesiyle eski çizgi film kahramanı Betty Boop'a benzemektedir. Corky'le konuşma fırsatlarını değerlendiren Violet onu elde etmeyi başarır. Violet'in sevgilisi Ceasar, evde iki kadın tam sevişmeye başlayacakları sırada gelmesine rağmen Corky'nin kadın olduğunu görünce rahatlar. Çünkü gelenekselci erkek olarak betimlenen Ceasar, metresinin sadece erkekler (patronu, çalıştığı adamlar vs) üzerindeki etkisini bilmektedir. Ayrıca yeri gelmişken belirtmek gerekirse bilindiği gibi Ceasar, Roma Kralı olarak tarihi bir kişiliktir ve yakınında bulunan adamı Brutus tarafından sırtından hançerlenerek öldürülmüştür. Violet'in Ceasar'ın arkasından Corky ile iş çevirip, onları yakalayan Ceasar'ı öldürmüş olması bu tarihi olaya atıfta bulunmadır.

Corky, cinsel tercihini belirlemiş bir kadındır. Ama ondaki bu durum abartı halini alıp izleyicilerin gözüne sokulmaz. Daha erkeksi görünmesine rağmen, Violet'le ilişkilerinde daha pasif bir role bürünmüştür. Violet, Ceasar'ın kirli işlerinden sıkılmış ve onu terk etmeyi düşünmektedir. Bu durum tam bir kara film konusudur. Güçlü ve varlıklı adamın yanında bulunan kadın, özgürlük istediği için aşığını kullanır. Filmin işlenişine göre Violet'in Ceasar'dan kurtulmak için Corky'i kullandığı düşünülür. Bu hissiyat, filmin sonuna kadar devam eder. Bu da sürükleyici olmasını sağlar. Violet, o kadar güvenilmezdir ki, izleyici filmin sonunda Corky'i ekip ekmeyeceğini bilemez.
Ceasar, suça bulaşmış, mafya ile çalışan bir adamdır. Birgün eve içi dolu kanlı bir para çantası getirir. Ertesi gün patronuna teslim etmek zorundadır. Sabaha kadar paraları yıkayıp, ütüler,sayar ve çantaya yerleştirir. Tüm bunlar olurken Violet'le Corky da muhteşem planlarını hazırlarlar. Filmde aksiyon bir an olsun düşmez. Bazı durumlarda "Evet şimdi herşey ortaya çıkacak" dersiniz ve gerilirsiniz. Buna rağmen filmin devamı için olması gereken olaylar zinciri Bound'da hız kesmeden devam eder. Devamlılığa ait merak öğesi hep korunur.

İlişinin duygusal tarafına yönelik söylemler filmde tek sahne hariç, hiç kullanılmaz. Violet'le Corky telefonda konuşurken birbirlerine "seni seviyorum" demezler ama bunu ima edecek sözlerde bulunurlar.

Kara film türünün aksine burada famme fatale cezalandırılmaz. Corky ile olaydan temiz bir şekilde kurtulup kaçarlar parayla birlikte. Gelenekselci film türlerinin artık farklı boyutlara geçtiği ve safkan tür filmlerinin kalmadığını düşünürsek bu son gerçek bir mutlu sondur. Filmin sonunda Violet ve Corky'nin kamyonette elele tutuşup gitmeleri bana Thelma ve Loise'in son sahnesini hatırlattı. Fakat o filmde kaçan ve yakalan-a-mayan kadınlar, arabayı elele tutuşarak uçuruma sürmüşlerdi. Bir nevi ölerek cezalandırılmışlardı.

Sonuç olarak Bound, seyredilebilecek, iyi bir film. Umarım DVD fiyatlarındaki indirim devam eder de Bound gibi birçok film keşfeder ve seyrederim (:

6 Eylül 2010 Pazartesi

TeknoFobik Bir Yaklaşım


Telefondayım.
Bir arkadaşımla konuşuyorum. Not almam gerekiyor. Kalemlikten bir kalem alıp yazıp yazmadığını kontrol ediyorum. Yazmıyor. Tedirgin oluyorum. Bir diğer kalemi deniyorum.
"Evet şimdi söyle". 
Söylediklerini hızlıca yazmaya çalışıyorum. Bir terslik var. Sanki ilk defa kalemi elime alıyormuşum ki karalamalar çıkıyor parmaklarımdan. 
Yazamıyorum!
Evet yazamıyorum. Kısa bir bocalamadan sonra söylediklerini kağıda döküyorum. Telefonu kapattıktan sonra uzunca bir süre kağıda bakıyorum. En son ne zaman adam akıllı kalem kullandığımı düşünüyorum... kalemle yazı yazdığımı... Çok uzun bir süre geçmiş. Üniversiteden sonra girdiğim sınavlar -ki genellikle çoktan seçmeliydiler- hariç kalem kullanmamışım. Garip bir korku duyuyorum; "Ya yazım hiç düzelmezse..."


Bu da yazının çelişen fotoğrafı olsun:)
Ne zaman, hangi ara çağ atladık bilemiyorum. Bu yüzyılda her an tarihe tanıklık ediyormuşuz gibi. Çünkü bir yıl öncesinin yeniliği, bugün tarih oluyor. Teknolojide yenilikler, ivme alarak devam ediyor ve devamında alışkanlıklarımız da çağa ayak uyduruyor. Örneğin geçenlerde internette çok severek seyrettiğim eski bir dizinin bir parçasına rastladım. Dizi nerden baksanız 15 yıllık -yani çok yakın bir zaman:)- ama o kadar farklı sorunlar yaşanıyor ki... Bir cep telefonu olsa tüm yanlış anlaşılmalar çözülecek. Kendimi yaşlanmış hissedip o yıllardaki ben'i hatırlamaya çalıştım.

Ben teknolojiye hangi taraftan bakıyorum? Bunu gerçekten henüz çözemedim.
Yenilikler,o dönemdeki ihtiyaçlardan ortaya çıkıyor kabul. Fakat dokunamadığım, bir şekle sahip olmayan dökümanlar bana oldukça yavan ve can sıkıcı geliyor. Yeni çıkan milyonlarca kitap, CD, DVD vb. şeyler var. Her istediğimize ulaşmamız mümkün değil. Çünkü bu hem para, hem zaman, hem de depolama zorluklarını beraberinde getiriyor. Bilgisayarlarımızda yer alan çoğu döküman da tabiki arşiv niteliğinde. Hatta onların kopyalanabilir, taşınabilir vs. gibi ayrıcalıklı özellikleri olması daha fazla kişiye ulaşarak popülerliğinin artmasını da sağlıyor. Fakat bunların hiçbirisi bana reel gelmiyor.

2010 yılının sonuna kadar 10 milyon elektronik kitap çıkması tahmin ediliyormuş. Eski kitaplar da bir bir e-book formatına çevriliyor. Fakat kim sevebilir ki bir monitörden kitap okumayı? Sayfalarına dokunamadığın, yapraklarını çeviremediğin, okumayı bıraktığında arasına ayraç koyamadığın kitaptan nasıl haz alınabilir ki insan?  Düşünsenize yakın gelecekte otobüste, metroda basılı kitap okuyan insana rastlanamayacak. Onun yerine gazetelerini, dergilerini, kitaplarını e-book reader'dan tek tıklamayla takip edecekler. Gelecekten bakıldığında şu yazdıklarım çok demode ve saçma bir paranoya olarak görülebilir farkındayım. Ben teknolojiye karşı değilim, onun getirdiği kolaylıklardan da sonuna kadar faydalanıyorum. Fakat hala içimde bu konuda muhafazakar kalan bir yan var. 

Herşeyin gerçek olduğu, savaş karşıtı insanların iletilerinde değil de sokaklarda elele yürüyerek tepki gösterdiği, hiç tanımadığım, bilmediğim 60'lı yılların kuşağında yaşamak isterdim. Bu benim için geri gitmek değil, ileriye adım atmak olurdu. Ama Robert Zemeckis kandırdı beni;)

Daha yazılabilecek, söylenecek çooook söz var bu konuda. Nasıl bitireceğime karar veremediğim için bir ünlüden alıntı yapayım. Kısa yoldan kolaya kaçmak biliyorum ama çaktırmayın. "3. Dünya Savaşının hangi silahlarla yapılacağını bilmiyorum ama 4. Dünya Savaşı taş ve sopalarla yapılacak" -Albert Einstein-

1 Eylül 2010 Çarşamba

Kader vs Aptallık vs Şans vs Ben


Sıkışıp Kalmışlık Hissi Ölümden Beter!

Öncelikle şunu belirtmek isterim ki çok şanslı biri sayılmam. Talihsiz serüvenler dizisiyle ilerleyen hayatım, bazı noktalarda ya yoluna girer ya da raydan çıkar. Ard arda gelen iyi olaylardan da her zaman korkmuşumdur. Çünkü her defasında ters bir takım şeylerle mutluluğum kursağımda kalmıştır. Çok zeki biri değilim kendime göre... Buna rağmen etrafıma baktığımda gündelik hayatta karşıma çıkan, "idiyot" olarak nitelendirebileceğim birçok kişi görüyorum. Tabiki de bu bir kıstas değil. Belki de zeki insanlar bana denk gelmiyorlardır. Neyse konumuz bu değil. 

Son zamanlar kendimi feci derecede aptal! hissediyorum. Tek düze bir yaşam içinden sıyrılabileceğim fırsatlar bir bir benim sayemde uçuuup gidiyor. Ben arkasından el sallarken gidenlerin, yerimde bile saymıyorum. Resmen geriliyorum. 

Bazen, istediğim fakat gerçekleşmeyen durumlar için fakir avuntusunu kullanıp: "Olsun belki de böyle olması benim kaderim, belki bu küçük şey çok büyük bir olaya yol açacaktır" diyor(d)um. Ama dediğim gibi bu sadece bir avuntu. Eskiden "Hayat beni heyecanlandırıyor çünkü neler yaşayabileceğimi bilmediğim kocaman bir yaşam var önümde" diye düşünürdüm. Şimdiyse aynı hayatı tekrar ve tekrar yıllarca yaşayabileceğim korkusu var üzerimde.

Hayallerimden vazgeçmek istemiyorum tabi. Oturup şansın öylece ayağıma gelmesini de bekleyemem. Kaderimi kendim yazacağıma inanıyorum. Ama ben de bu aptallık varken çok fazla uzaklaşmış olamam...


6 Ağustos 2010 Cuma

Kendi 80'lerim Kendi Çocukluğum

Sevgili Okur,

Aşkım Edi :)
"80'lerde Çocuk Olmak" konulu çok şey yazıp çizildi evet. Tarihe tanıklık eden herkes gibi ben de "Hey Gidi Günler Hey" diyerek birşeyler karalamak istiyorum.

Yaşam Biçimim: Tek katlı, müstakil ve bahçeli bir evde yaşıyordum. Duvarlardan atlamak, ağaca tırmanmak, kapı önündeki merdivene serdiğim kilimin üzerinde evcilik oynamak en önemli aktivitelerim arasındaydı. Saçlarım kısa ve kıvırcıktı :) Akşama kadar toz toprak içinde oynadıktan sonra eve giriş saatim, akşam babamın işten dönmesiyle ezanın okunması arasındaki süreçti anneme göre...

Meşhur Yalan Rüzgarı Logosu
Tanıklıklar: Televizyon sever bir çocuktum. Sadece TRT ve TRT 2'nin -gündüzleri TRT GAP'a dönüşürdü- seyredildiği kumandasız televizyonumuzdan annem Fernando, Eric, Isabel, Ceyar isimleri arasında Dallas, Köle Isaura, Zenginler De Ağlar (Ben onu uzunca bir süre Zenginler ve Dağlar olarak bildim!), Yalan Rüzgarı, Güzel ve Çirkin dizilerini seyrederdi. Bazen göz yaşları süzülürdü gözlerinden merak ederdim niye ağlıyor diye (Filmlerdeki karakterlerle empati yapmayı ve acı çekmeyi çok sonraları öğrenecektim). Babam o zamanlar daha iyimser, daha mutluydu sanırım. Akşam evde bir kaç duble içtikten sonra Zeki Müren, Müzeyyen Senar falan dinlerdi. İşten eve geldiğinde elimden tutup bakkala götürmesini  bisikletinin arkasına bindirerek gezdirmesi beni mutlu ederdi.
Alkışlarla Yaşıyor!

Popüler Kültür: Susam Sokağı'na bayılırdım. Tekrarlarını bile izlediğimi hatırlıyorum. Sezen Cumhur Önal 'Çikolata Renkli Sanatçı'yı anons ederdi yelpaze arka planlı stüdyodan... Pop Saati'nin jeneriğindeki kaykaylı çocuklara özenirdim. Michael Jackson'ın 'Black and White' klibini ilk o programda görüp sevmiştim.

Pazar günleri Cenk Koray'ın sunduğu Stüdyo Pazar vardı. 'Kutu'yu Açıp' hediyeler verirdi. Stüdyodaki yarışmacılarını yanında tarak, oje vs. olup olmamasına göre seçerdi. Önümüzdeki Referandumdan önce keşfetmişti Erkan Yolaç, Evet-Hayır'ı...

Sezen Cumhur Önal
Barış Manço, çocukluğumun idolüydü. Büyüyünce onun gibi acayip giyinip dünyayı gezmek istemişti. Adam Olacak Çocuk'tum tabi o günlerde..

Bir dönem sonra evimize video girdi. VHS filmler getirirdi babam. Seyrettiğim filmler arasında Rambo'yu hatırlıyorum.

80'ler deyince aklıma gelen
Moda: Moda mı o da ne:)) Taytlarım en sevdiğim kıyafetlerimdendi. Pacman'le ilgili bi anım yok ama 16bit şeklinde tasarlanmış bir kazağım vardı. Evet eskiden bildiğin yünlü kazak giyerdim. Saçlarımın biraz uzadığı dönemde saçları araya sıkıştırıp tutan kelebek tokalardan takardı annem..

Genel moda akımı ise normalden bir iki beden büyüktü. Kolları sarkan kot ceketler, şalvar tipli kotlar ne kadar şimdilerde iğrenç gelse de herkesin favori giysilerindendi. (Bizim evde "Seneye de giyer" durumu olduğu için normalde de bol kıyafetler giyerdim.) 


Neler Kullandık: 
Jeton: Telefonların eve yeni girdiği dönemde telefonu olmayanlar jetonlu telefonlarla sevdiklerinin seslerini duyardı.
Gırgır: Uzun sapıyla halıları süpüren bir alet.
Dantel: Annelerin günümüzde de vazgeçilmez dekorasyon ürünü olan danteller televizyonlardan sehpalara her yerdeydiler.
Böyle Moda Düşman Başına
Vatka: Benim hiçbir elbisemde olmamasına rağmen tüm kadınların omuzlarını geniş gösteren gereksiz bir parça. (Sonradan öğrendim ki 80'li yıllarda artan feminizm hareketleri sonucunda iş dünyasında kadınların erkeklerle eşit olma çabası içerisinde yüksek topuklu ayakkabı ve omuzları geniş gösteren vatka akımı ortaya çıkmış)
Walkman: Yolda yürüyen her gençte kasetli bir walkman görmek mümkündü.

Ne Yoktu:
İnternet (Facebook, Twitter, MSN:)) doğal olarak e-mail (mektup), cep telefonu, hava kirliliği, ozonun deliği, AKP hükümeti, büyüklere saygısızlık küçüklere sevgisizlik...

Not: Bir de o zaman gökyüzü toz pembeydi..














5 Ağustos 2010 Perşembe

Ay Ben Tutamam Kendimi Gülerim

Ben çocukken yağmurlu havada dışarı çıkar, ağzımı havaya doğru açarak yağmur damlalarını tutmaya çalışırdım. Sonra büyüdüm lise çağları falan, artık deli gibi yağan yağmurda ıslanıyoruz arkadaşlarla... "Wuuhuu çok çılgın" diye düşünüyoruz. Daha sonra biraz daha dikkat ediyorum herşeye, rüzgara yağmura kızıyorum. Çünkü saçlarımı bozuyor, belki de ben bozuluyorum... Artık o tribimden kurtuldum ama. Şimdilerde yağmur; keyif ve özgürlük demek oluyor benim için. Evdeysen veya işteysen alırsın çayını kahveni, açarsın pencereyi, yağmur kokusunu duyarak insanlığını yaşarsın.

Uzunca bir süre İzmir'in sıcak, bunaltıcı, iç kavuran havasından sonra bugün sabah yağmurlu havaya uyandım. Resmen içime neşe doldu. Balkona çıkıp dışarıyı gözlemlediğimde ıslak taşlı sokağımı gördüm. Aşağıda dili dışarıda yağmur tanelerini ağzıyla tutmaya çalışan küçük bir kız çocuğu vardı. Beni çağırdı. Sanırım gideceğim şimdi...

Not: Bir de ben küçükken Edi'yle Büdü hayranıydım. Ablamı Büdü, kendimi Edi olarak görürdüm. Rol model işte :/

4 Ağustos 2010 Çarşamba

Bak Şimdi Takıldım Buna


Hangi duyun olmadan yaşayamazdın? Koku, tat, görme, duyma...

İçlerinden sadece birini seçmem gerekse kesinlikle görmeyi seçerdim. Dünya görmeden algılanır mı?
Sabahtan beri arada bir girerek bu blogu oluşturmaya çalışıyorum. Öncelikle tasarımını tabi. Ama bir türlü istediğimi alamadım. Ya henüz yeterli zaman ayıramadım, ya da -kabul ediyorum- beceriksizim, hiçbir şekilde oturtturamadım şablonu, çıldırmak geldi... Çok birşey istemedim "Afili olsun yeter"
dedim.

Herkesin blogu kendini yansıtır. Benimkisi bir türlü "Ben" olamadı. Takıldım kaldım. 
Gidip biraz balkonda otursam iyi olacak sanırım.

Not: Bir de "Alt kattaki komşumun ardarda çaldığı şarkı nedir?" diye gugılda aramak istiyorum