23 Eylül 2010 Perşembe

Eleştiri Ne Haddime, Sadece İnceleme: Bound

D&R'da gezinirken arka rafların birinde gördüm onu. Dikkatimi çekmişti ama arka kapağını okuyunca sevebileceğimi düşünerek aldım. Eve gelip biraz inceledim, IMDb puanına baktım (10 üzerinden 7.4). Ve çok da yüksek olmayan beklentiler içinde filmi seyrettim. Wachowski Brothers'ın kaleme alıp yönettikleri bu filmi -Bound'u- izlerken keyif aldım. Fakat çok da matah bir konusu yoktu. Tek ilgimi çeken bu filmin bir kara film türünde olmasıydı..

Öncelikle "Kara Film nedir, sinema da bir tür müdür, yapısı nasıl oluşur?" bu sorulara bakalım (Tam bir ders verme cümlesi oldu). Kara Film II. Dünya Savaşı döneminde çarpıklaşan düzenin, bozulan ilişkilerin ve ekonomik durumun dışavurumu olarak Fransızca'da Film Noir olarak tanımlanan bir film türüdür. Savaş sonrası kara filmler, genellikle kötümserlik, kaygı ve şüpheyle beslenmiştir.

Atmosfer olarak bakıldığında keskin kontrastlı, ışık gölge oyunlarının bolca kullanıldığını, sigara dumanıyla dolu, sisli karanlık mekanların ön plana çıktığını görebiliriz. Buhran dönemiyle parçalanan psikolojinin filmlere yansıdığı rahatlıkla anlaşılabilir. Karakter yapısına bakacak olursak genellikle geçmişinde 'suçlu' olan fakat daha sonra suçtan uzak duran ve nihayetinde filmin sonunda tekrar suçlu duruma düşecek kişilerden oluşur. Kadınlar ise iki şekilde izleyicinin tanımına sunulur: Birincisi güven dolu, saygın, anaç kadın; ikincisi güzel, baştan çıkarıcı, güvensiz, aldatan, yaşam enerji dolu, günahkar (aslında kurban), genç kadın yani Femme Fatale...

Bu kadar bilgi elbette ki Kara Filmi açıklamaya yetmez. Sadece tanımlanabilecek bir hap niteliğinde olabilir. Biraz da filmi konu edineyim.

1996 yılında Wachowski Brothers'ın yönettiği filmin başrollerini Jennifer TillyGina Gershon  ve  Joe Pantoliano paylaşıyor. Mafyanın kirli işleriyle uğraşan Ceasar, metresi Violet ile bir apartman dairesinde yaşamaktadır. Eski bir suçlu olan erkesi görünümündeki Corky, boya, tamirat gibi işlerle ilgilenmektedir ve iş için Ceasar ve Violet'in bulunduğu apartmana gelir. Corky'le Violet'in yolu asansörde kesişir ve ilişkileri böylelikle başlar.

Violet, metresliği "business" olarak değerlendiren alımlı ve cazibeli bir kadındır. 1930'lu yılları anımsatan saçları, seksi imajıyla ve incecik sesiyle eski çizgi film kahramanı Betty Boop'a benzemektedir. Corky'le konuşma fırsatlarını değerlendiren Violet onu elde etmeyi başarır. Violet'in sevgilisi Ceasar, evde iki kadın tam sevişmeye başlayacakları sırada gelmesine rağmen Corky'nin kadın olduğunu görünce rahatlar. Çünkü gelenekselci erkek olarak betimlenen Ceasar, metresinin sadece erkekler (patronu, çalıştığı adamlar vs) üzerindeki etkisini bilmektedir. Ayrıca yeri gelmişken belirtmek gerekirse bilindiği gibi Ceasar, Roma Kralı olarak tarihi bir kişiliktir ve yakınında bulunan adamı Brutus tarafından sırtından hançerlenerek öldürülmüştür. Violet'in Ceasar'ın arkasından Corky ile iş çevirip, onları yakalayan Ceasar'ı öldürmüş olması bu tarihi olaya atıfta bulunmadır.

Corky, cinsel tercihini belirlemiş bir kadındır. Ama ondaki bu durum abartı halini alıp izleyicilerin gözüne sokulmaz. Daha erkeksi görünmesine rağmen, Violet'le ilişkilerinde daha pasif bir role bürünmüştür. Violet, Ceasar'ın kirli işlerinden sıkılmış ve onu terk etmeyi düşünmektedir. Bu durum tam bir kara film konusudur. Güçlü ve varlıklı adamın yanında bulunan kadın, özgürlük istediği için aşığını kullanır. Filmin işlenişine göre Violet'in Ceasar'dan kurtulmak için Corky'i kullandığı düşünülür. Bu hissiyat, filmin sonuna kadar devam eder. Bu da sürükleyici olmasını sağlar. Violet, o kadar güvenilmezdir ki, izleyici filmin sonunda Corky'i ekip ekmeyeceğini bilemez.
Ceasar, suça bulaşmış, mafya ile çalışan bir adamdır. Birgün eve içi dolu kanlı bir para çantası getirir. Ertesi gün patronuna teslim etmek zorundadır. Sabaha kadar paraları yıkayıp, ütüler,sayar ve çantaya yerleştirir. Tüm bunlar olurken Violet'le Corky da muhteşem planlarını hazırlarlar. Filmde aksiyon bir an olsun düşmez. Bazı durumlarda "Evet şimdi herşey ortaya çıkacak" dersiniz ve gerilirsiniz. Buna rağmen filmin devamı için olması gereken olaylar zinciri Bound'da hız kesmeden devam eder. Devamlılığa ait merak öğesi hep korunur.

İlişinin duygusal tarafına yönelik söylemler filmde tek sahne hariç, hiç kullanılmaz. Violet'le Corky telefonda konuşurken birbirlerine "seni seviyorum" demezler ama bunu ima edecek sözlerde bulunurlar.

Kara film türünün aksine burada famme fatale cezalandırılmaz. Corky ile olaydan temiz bir şekilde kurtulup kaçarlar parayla birlikte. Gelenekselci film türlerinin artık farklı boyutlara geçtiği ve safkan tür filmlerinin kalmadığını düşünürsek bu son gerçek bir mutlu sondur. Filmin sonunda Violet ve Corky'nin kamyonette elele tutuşup gitmeleri bana Thelma ve Loise'in son sahnesini hatırlattı. Fakat o filmde kaçan ve yakalan-a-mayan kadınlar, arabayı elele tutuşarak uçuruma sürmüşlerdi. Bir nevi ölerek cezalandırılmışlardı.

Sonuç olarak Bound, seyredilebilecek, iyi bir film. Umarım DVD fiyatlarındaki indirim devam eder de Bound gibi birçok film keşfeder ve seyrederim (:

6 Eylül 2010 Pazartesi

TeknoFobik Bir Yaklaşım


Telefondayım.
Bir arkadaşımla konuşuyorum. Not almam gerekiyor. Kalemlikten bir kalem alıp yazıp yazmadığını kontrol ediyorum. Yazmıyor. Tedirgin oluyorum. Bir diğer kalemi deniyorum.
"Evet şimdi söyle". 
Söylediklerini hızlıca yazmaya çalışıyorum. Bir terslik var. Sanki ilk defa kalemi elime alıyormuşum ki karalamalar çıkıyor parmaklarımdan. 
Yazamıyorum!
Evet yazamıyorum. Kısa bir bocalamadan sonra söylediklerini kağıda döküyorum. Telefonu kapattıktan sonra uzunca bir süre kağıda bakıyorum. En son ne zaman adam akıllı kalem kullandığımı düşünüyorum... kalemle yazı yazdığımı... Çok uzun bir süre geçmiş. Üniversiteden sonra girdiğim sınavlar -ki genellikle çoktan seçmeliydiler- hariç kalem kullanmamışım. Garip bir korku duyuyorum; "Ya yazım hiç düzelmezse..."


Bu da yazının çelişen fotoğrafı olsun:)
Ne zaman, hangi ara çağ atladık bilemiyorum. Bu yüzyılda her an tarihe tanıklık ediyormuşuz gibi. Çünkü bir yıl öncesinin yeniliği, bugün tarih oluyor. Teknolojide yenilikler, ivme alarak devam ediyor ve devamında alışkanlıklarımız da çağa ayak uyduruyor. Örneğin geçenlerde internette çok severek seyrettiğim eski bir dizinin bir parçasına rastladım. Dizi nerden baksanız 15 yıllık -yani çok yakın bir zaman:)- ama o kadar farklı sorunlar yaşanıyor ki... Bir cep telefonu olsa tüm yanlış anlaşılmalar çözülecek. Kendimi yaşlanmış hissedip o yıllardaki ben'i hatırlamaya çalıştım.

Ben teknolojiye hangi taraftan bakıyorum? Bunu gerçekten henüz çözemedim.
Yenilikler,o dönemdeki ihtiyaçlardan ortaya çıkıyor kabul. Fakat dokunamadığım, bir şekle sahip olmayan dökümanlar bana oldukça yavan ve can sıkıcı geliyor. Yeni çıkan milyonlarca kitap, CD, DVD vb. şeyler var. Her istediğimize ulaşmamız mümkün değil. Çünkü bu hem para, hem zaman, hem de depolama zorluklarını beraberinde getiriyor. Bilgisayarlarımızda yer alan çoğu döküman da tabiki arşiv niteliğinde. Hatta onların kopyalanabilir, taşınabilir vs. gibi ayrıcalıklı özellikleri olması daha fazla kişiye ulaşarak popülerliğinin artmasını da sağlıyor. Fakat bunların hiçbirisi bana reel gelmiyor.

2010 yılının sonuna kadar 10 milyon elektronik kitap çıkması tahmin ediliyormuş. Eski kitaplar da bir bir e-book formatına çevriliyor. Fakat kim sevebilir ki bir monitörden kitap okumayı? Sayfalarına dokunamadığın, yapraklarını çeviremediğin, okumayı bıraktığında arasına ayraç koyamadığın kitaptan nasıl haz alınabilir ki insan?  Düşünsenize yakın gelecekte otobüste, metroda basılı kitap okuyan insana rastlanamayacak. Onun yerine gazetelerini, dergilerini, kitaplarını e-book reader'dan tek tıklamayla takip edecekler. Gelecekten bakıldığında şu yazdıklarım çok demode ve saçma bir paranoya olarak görülebilir farkındayım. Ben teknolojiye karşı değilim, onun getirdiği kolaylıklardan da sonuna kadar faydalanıyorum. Fakat hala içimde bu konuda muhafazakar kalan bir yan var. 

Herşeyin gerçek olduğu, savaş karşıtı insanların iletilerinde değil de sokaklarda elele yürüyerek tepki gösterdiği, hiç tanımadığım, bilmediğim 60'lı yılların kuşağında yaşamak isterdim. Bu benim için geri gitmek değil, ileriye adım atmak olurdu. Ama Robert Zemeckis kandırdı beni;)

Daha yazılabilecek, söylenecek çooook söz var bu konuda. Nasıl bitireceğime karar veremediğim için bir ünlüden alıntı yapayım. Kısa yoldan kolaya kaçmak biliyorum ama çaktırmayın. "3. Dünya Savaşının hangi silahlarla yapılacağını bilmiyorum ama 4. Dünya Savaşı taş ve sopalarla yapılacak" -Albert Einstein-

1 Eylül 2010 Çarşamba

Kader vs Aptallık vs Şans vs Ben


Sıkışıp Kalmışlık Hissi Ölümden Beter!

Öncelikle şunu belirtmek isterim ki çok şanslı biri sayılmam. Talihsiz serüvenler dizisiyle ilerleyen hayatım, bazı noktalarda ya yoluna girer ya da raydan çıkar. Ard arda gelen iyi olaylardan da her zaman korkmuşumdur. Çünkü her defasında ters bir takım şeylerle mutluluğum kursağımda kalmıştır. Çok zeki biri değilim kendime göre... Buna rağmen etrafıma baktığımda gündelik hayatta karşıma çıkan, "idiyot" olarak nitelendirebileceğim birçok kişi görüyorum. Tabiki de bu bir kıstas değil. Belki de zeki insanlar bana denk gelmiyorlardır. Neyse konumuz bu değil. 

Son zamanlar kendimi feci derecede aptal! hissediyorum. Tek düze bir yaşam içinden sıyrılabileceğim fırsatlar bir bir benim sayemde uçuuup gidiyor. Ben arkasından el sallarken gidenlerin, yerimde bile saymıyorum. Resmen geriliyorum. 

Bazen, istediğim fakat gerçekleşmeyen durumlar için fakir avuntusunu kullanıp: "Olsun belki de böyle olması benim kaderim, belki bu küçük şey çok büyük bir olaya yol açacaktır" diyor(d)um. Ama dediğim gibi bu sadece bir avuntu. Eskiden "Hayat beni heyecanlandırıyor çünkü neler yaşayabileceğimi bilmediğim kocaman bir yaşam var önümde" diye düşünürdüm. Şimdiyse aynı hayatı tekrar ve tekrar yıllarca yaşayabileceğim korkusu var üzerimde.

Hayallerimden vazgeçmek istemiyorum tabi. Oturup şansın öylece ayağıma gelmesini de bekleyemem. Kaderimi kendim yazacağıma inanıyorum. Ama ben de bu aptallık varken çok fazla uzaklaşmış olamam...